21 Aralık 2012 Cuma

'Dünyanın Sonu' dedikleri

Mayalar bu işi milattan çok önce çözmüştü aslında...
Guerrilla Campaign + Go Viral => Brand Awareness





16 Aralık 2012 Pazar

Love in A Trashcan

Müzik dinlemenin de bir adabı yok mudur, yoksa ben mi çok romantiğim? Tamam pek çok kişinin müziği duygusal boyuta taşımadığına, sadece tüketmelik bir kavram olarak gördüğüne de inanmıyor değilim. Ayrıca zaten özgür bir ülkede yaşıyorsanız kimsenin size saygı göstermesini de bekleyemezsiniz bazı durumlarda değil mi. Birilerinin zekasız hareketleri yüzünden sizin rahatsız olmanız ne kadar önemli olabilir ki, onlar özgürler! Yine de, konsere uygunluk kriteri diye bir tablo bir şey oluşturulmalı bence, çok acil. Etkinliğin tarzına ayak uyduramayacaklar da içeri alınmamalı, net. Zaten anlamıyorlarsa dinlemesinler o müziği, zaman kaybı, gerek yok. Müzisyenlerin de böyle gereksizlerin ilgisine ve parasına ihtiyacı yok, olmasın. Varsa zaten onlar da gelmeyebilirler buraya kadar. Ama üzülüyorum da bir yandan, çünkü insanlarımız aslında pek güzel değilsiniz. Çünkü hadi benim konserimi mahvetmeni geçtim, saçma hareketlerin yüzünden sahnedeki adamlara rezil olduk be çocuk!
David Guetta veya Pitbull konserleri nasıldır pek fikrim yok çok şükür, ama küçük salon konserlerinde müzisyenlere 5cm uzaklıkta yaşananlar pek fena. Adabı ben öğretecek de değilim tabi ama adamlar kalkıp dünya kadar yoldan gelip iki güzel ses ve söz dinleyesin diye çalarken, sen en önde sırtını müzisyenlere dönüp flaşlar patlatarak 'bakın konsere geldim ben' tripli selfieler çektirmemelisin. Ya da yine en önde tüm konser boyunca hayali bir gitarı çalıyormuş gibi yapmamalısın. En çirkin şey o, n'olur yapmayın, hiç bir zaman yapmayın, yetersizliğin sembolü çünkü adeta. Bence 'müzik dinleme'ye gidelim ya, gırtlağınıza kadar içip konserde alakasız anlarda bağırıp çağırmalara da hiç gerek yok.
Söyledim, kurtuldum.


15 Aralık, The Raveonettes. 
Evet, Love in A Trashcan'diler onlar benim için. Tüm albümü ilk kez bileti aldıktan sonra dinlemiş olsam da Observator pek hoş olmuş; Salon'un da dediği gibi "canlı ritimler, karanlık sözler". Dün gece de önce tüm albümü, sonra da eski albümlerden birkaç hit parçalarını çaldılar. Bense kendime engel olamıyorum sabahtan beri, replay'de çalıp duran şarkılarım Observations, Young and Cold, She owns the Street, Downtown.

Açıkçası küçük salonları sevmemin sebebi müzisyenlerin dibinde onları dinleyebilmek (romantik olduğumu ben zaten söyledim yoruma gerek yok!). Dün de Sune Rose Wagner'a hayran oldum biraz, zaten yandaki gibi Velvet Underground tişörtü giyen birine hemen hayran olabiliyorum. Konserdeki hissiyat geçişimizse aynen şöyle: 
Önce "galiba abinin söylediği şarkılar daha güzel ya" 
Sonra "galiba abi güzel biraz"
İnan, hiç de 40 yaşında göstermiyorsun sevgili Sune Rose.
Ama işte birtakım farklılıklar var.


Bu da önümdeki gereksiz'in saçma danslarına kurban gitmeyen tek kayıt.
Curse the night, it's you and i in the end tonight.





6 Aralık 2012 Perşembe

Hello world!

24 saatin 1 gün için çok az olduğunu söylemiş miydim? Evet çok az.

Bir de şu çocuk var. Aslında benim o.
"ödev ödev sınav ödev iş sınav hayaller planlar bozulan planlar ödev iş hayaller" şekilli bir dünyada sıkıştım.
Nasıl yapacağız hiç bilen yok.






3 Aralık 2012 Pazartesi

History of Branding

O eski günlerde işler her iki taraf için de çok daha kolaydı, evet.


Ve alttaki de şu akademik günlerde benim boğuştuğum ilişki durumu.
Karmakarışık dünyalarımız!





17 Kasım 2012 Cumartesi

Before Music Dies

Müzik endüstrisi nereye gidiyordu? Bugün ne satıyor, şarkı sözleri mi yoksa dış görünüşler mi? Sesiniz olmasa da güzelmiş gibi yapıp bir de üstüne kaydedip dünya çapında dağıtabilir misiniz? Müziğe sadece satış odaklı yaklaşabilir misiniz? Peki dünyanın herhangi bir yerinde üretilen müziğe iki tıkla ulaşabilen dinleyiciye ne dinlemesi gerektiğini söyleyebilir misiniz?
Cevaplar için şu belgeseli izleyebiliyorsunuz: 


"2006 yapımı bu, o kadar da güncel değilmiş ki, dijital dünya bugün daha değerli bi kere!" derseniz de bu belgeselin peşinden PressPausePlay'i bulup izleyebiliyorsunuz (ve filmin içinde karşınıza sürprizler çıkabiliyor). Ya da bırakın üç maymunu oynayıp nostalji yapalım biz.  Nowhere Boy, I'm Not There ve Control biz romantikler için çok daha mutlu, gerçek ve güzeller.





13 Kasım 2012 Salı

Prensesin Doğum Günü

Sevgili Oscar Wilde,

Bu nasıl kurgu, nereden nasıl geldi aklına? derken dilinin, hikayelerinin ve hayallerinin gücüne hayran bırakıyorsun insanı, ya da tek bir cümlede darmadağın ediveriyorsun.

Bunlardan birinde de şöyle demişsin mesela bak:

....cüce çok mutludur. Kendisine çiçek atan prensesin ona aşık olduğunu zanneder. Prensesi aramak için sarayın odalarında gezinmeye başlar. Odaların birinde bir yaratık görür. Cüce ne yapsa yaratık da aynısını yapmaktadır. Sonra gördüğünün bir yaratık değil kendisi olduğunu anlar. Kambur sırtından, çarpık bacaklarından utanır. Kendisini sevdiğini zannettiği prensesin aslında onun çirkinliğiyle alay ettiğini anlar. Ağlayarak yerde tepinmeye başlar. O sırada prenses içeriye girer. Cücenin yine kendisini eğlendirmek için rol yaptığını zanneder ve onu alkışlar. Ama cüce tepki vermez, hıçkırıkları gitgide azalır, elini göğsüne bastırır ve kımıldamadan öylece kalır. Prenses kalkmasını emreder, cüce kalkamaz. Prenses mabeyincibaşına onu kaldırmasını emreder. Cücenin yanına giden mabeyincibaşı “Küçük komik cüceniz bir daha asla dans edemeyecek. Yazık oldu çünkü o bu çirkinliği ile kralı bile güldürebilirdi.” der. Prenses “Peki neden bir daha dans edemeyecekmiş?” diye sorar. Mabeyincibaşı cevap verir, “Çünkü onun kalbi kırıldı.”

Peki o zaman.




10 Kasım 2012 Cumartesi

Never Never Land



"Bir bakıma herkes yumurtadır. Varızdır ama kaderimizde yazılı olan biçimi henüz almamışızdır. Tepeden tırnağa olasılığızdır, henüz gelmeyen şeyin örneğiyizdir. Çünkü insan kovulmuş bir yaratıktır. Humpty Dumpty de kovulmuş bir yaratıktır. Duvardan düşmüştür, kimse onun parçalarını yeniden bir araya getiremez, ne kral ne kralın atları ne de kralın adamları. Aslında hepimiz birer Humpty Dumpty’yizdir efendim."
Peter Stillman 
New York Üçlemesi




8 Kasım 2012 Perşembe

Sounds like Branding

Windows 8 için Norveç'in hazırladığı viral çalışmaya vuruldum.
Herkese anlatarak ve paylaşarak da word-of-mouth pazarlamanın dibine vurmuş vaziyetteyim.


Yol kenarından gelen müzik ve ışıklı kaldırım taşıyla uyarılan test birimlerinin deneyim sonrasında yaşadıkları şaşkınlık ve tepki verememe durumuysa müziğin etkisini gösteriyor sanırım (pazarlama araştırmaları dersim, terimleriyle epey öğretici oldu farkettiyseniz).
Tüketiciye dokunmak adına mümkün olduğunca çok duyu organına hitap etmek gerekliliği günümüzün artık reddedilemez iletişim stratejilerden; dolayısıyla müzik ve sesler de marka değeri yaratma başta olmak üzere pazarlama ve iletişimin pek çok alanında tüketicinin yanında beliriveriyor.
Markalar bazen kişiliklerini hedef kitleye hatırlatmak istediklerinde (Pepsi-New Generation), bazen de marka kişiliğini oluşturmak adına (Dove Men-Bakımın Erkekçesi) müziğin gücünden yararlanıyorlar. Kimi yaratıcı markalar marka tonunu zihinlere kazıyabilmek (Emirates-Harmony), kimileriyse hedef kitlesiyle etkileşimi yakalayabilmek için (Burn-Şehrin Enerjisi) sesleri temel alan süreçler kurguluyor ya da sosyal sorumlulukları konusunda dünyayı haberdar etmek  isterken (Coca Cola-Beat of London) müzik ve seslerle değer yaratıyor. Intel'in üç notalı açılış sesi, Kellogg's kahvaltılık gevreğin çıtırtısı, Volkswagen'in "Da Da Da" üçlemesi çok küçük birer iletişim unsuru olarak görünse de markanın özel bir alanı sahiplenmesi, kendini hatırlatması ve farklılaşması açısından büyük anlam taşıyor.
Geleneksel pazarlama karmasının 4P ile gösterildiğini pek çok ilgili kişi bilir. Marka iletişiminde ise değerli ilişkiler yaratma ve sürdürme adına 4P, 4E'ye (emotions, exclusivity, experiences, engagement) dönüşüyor ve uygun karma markayı rakipleri arasında görünür, farklı kılabiliyor (Jacob Lusensky).


Öte yandan bizim geçmişimizde de, müziğin gücünden yararlanmak isteyen şöyle pazarlama iletişimi çabaları olmuş. İlginç mi korkunç mu ben bilemedim, kararı siz verin:







28 Ekim 2012 Pazar

Somewhere over the Rainbow

Bazı masallar vardır, bir yolunu bulup içine girebilmeyi hayal edersiniz, Alice gibi sıkışıp kalsam ya orada, hem geri dönmek de istemiyorum ben dersiniz, ama maalesef öyle bir dünya yoktur. 
Bazı sesler vardır, masallar anlatır. Masalları ruhunuzu yükseltir, mutluluktan uçurur, çok çok uzaklara götürür, bazen de bir cümlesiyle darmadağın ediverir. O seslerin sahibi gerçek mi, nasıl böyle güzel ki deyip fiziksel varlığa oturtamazsınız önce. Sonra da öyle bir alışırsınız ki evde, sokakta her an her yerde yanınızda duran bir varlık olup çıkarlar, oysaki dünyanın en uzak uçlarında yaşıyorlardır aslında. Orda-burda-biyerde kaydedilen videolarıyla karşılaştıkça nasıl güzel dünyaları olduğunu görüp onların yerine bir de siz mutlu olursunuz; çünkü siz ya yerinizde sayıyorsunuzdur ya da hayallerinizdeki alt tarafı bir kilometrelik yolu bir senede alamıyorsunuzdur.
Mesela kendinizi tutamazsanız, bir de bakmışsınız şöyle uzun soluklu bir masala kapılıvermişsiniz:


Onlarla tanışmak güzeldir, aslında kadıköy anadolu'da pek çok şey güzeldir.
Sonra bir yaz şekil değiştirip şu şekilde karşınıza çıkıverirler - ki o zaman da nasıl başardıysanız artık siz karşılarına çıkamazsınız. Aranızda adeta birkaç kilometre mesafe olduğu bilip (can alıcı nokta hangi yönde birkaç kilometre olduğunu bilememektir!) hostel odasının tüm kepenklerini indirerek karanlığa "gömülmek" deyimini fiziksel olarak yaşarken, o masalların artık mutluluk adına hiçbir içerik barındırmadığını hissettiğiniz anlar da vardır ve pek fenadır.
Yıllar geçer, masallar sürüp giderken hayalleriniz yerinde sayıyor olabilir.
Kabul etmek gerek, işler bazen gerçekten de çok yavaş ilerlerler.
Artık lise günleri bitmiştir çoktan, yeni ve çok farklı insanlar vardır yanınızda ve onların da kendi sesleri, masalları vardır. Kendi başınıza bulup dinleyemeyeceğiniz müzikleri birinin referansıyla keşfedip bağlanmalarınız çoksa eğer, en güzel masallarından biriyle şu kişiliğin hayatınıza girivermesi hiç de zor olmayacaktır.
Önceleri sadece güzeldir, konser ertesinde yoğun doz alındığında ise çeşitli home-made videoları izleyip bilgisayar ekranına gülümseme rutiniyle baş başa kalmanız mümkündür. Konuşma sesini duyunca şarkı söylerken gerçekten içine masal aleminden çıkıp gelen bir yabancının girdiğini düşünebilirsiniz; hatta bazen aynı masal karakterinin şarkıları yazarken de içine kaçmış olabileceğinden şüpheleneceksinizdir. 
Ama aslında bunlar masallarınızın birkaç yüzüdür sadece.
Sayıları çok değildir gerçi ama cebinizde taşıdığınız birkaç değerli yüz daha vardır.
Sonra bir gün gelir ve fark edersiniz ki, bu masallarmış aslında sizi koruyup büyüten yıllar geçerken.
Siz yeryüzünde yapayalnız çabalarken size destek veren onlarmış.
Bir şarkıyla, bir cümleyle, bir melodiyle yıllar yıllar öncesindeki bir kareye dönmek hiç de zor değildir çünkü, ama o karenin her zaman mutlu hatıraları geri getireceğine de söz verilemez. Bir damla göz yaşı düşebilir bazen, ama ağlamak kimilerine göre güzeldir, insanı büyüttüğü söylenir.
Bunların farkına vardığınızda dersiniz ki işimde gücümde de sürekli müzikle iç içe olabilsem ya keşke. Ancak hayatın ne göstereceği bilinmez, kimi zaman hayal kurmaktır sadece sizin payınıza düşen. Bu kez de şu masala inanıp "dreams that you dare to dream, really do come true" dersiniz.
Ve evet bu ruh haliyle işiniz çoğu zaman zordur, kolay gelsin...






13 Ekim 2012 Cumartesi

Shine Electric City!

Yıllar önce radyoda bir şarkı "i've never cared for authority, never felt part of the majority" diyor. O bad sesli, kendine güvenli vokali ve vokalle oldukça tezat hareketli melodiyi duyunca bir duruyorsunuz. Sonraki gün "shine electric city, shine in the cool of your emptiness around the curve of your spine" diyor o bad ses, sözlerdeki duyarlılığı fark etmeseniz öyle dinleyip geçeceğiniz şarkılardan olabilir belki bu da. Ama başka bir gün sözlerini duyunca "love is a word in the sand that a wave wipes away with her hand and the ocean just don't understand" dünya değişiveriyor. Artık FIREWATER fethetmiş durumda sizi. 
Gelseler de keşke bir konserlerine gidebilsek, kesin sahnede de güzellerdir.
12 Ekim 2012. Akbank Caz Festivali ile İstanbul'dalar.


Aslında belki de İstanbullu'lar. Çünkü daha sahneye çıkar çıkmaz "İstanbul'un evi olduğunu" söylüyor vokaldeki Tod Ashley. Sanıyoruz ki bu bir iltifat ve Tod da pek çok yabancı sanatçı gibi bu şehri sevivermiş hemen. Konserden sonra, sosyal medya profillerinden birinde İstanbul'da yaşadığını görünce ama, konserde bize Tod'un eşi olduğunu söyleyen Türk ablanın gerçekten de eşi olduğuna inanabiliriz artık.

Dedikoduyu bırakıp müziğe geri dönersek... gitarıyla, perküsyonuyla, üflemelileriyle sahnede büyük cümbüş var. Perküsyon şov ve melodik gitar vuruşları sizi müziğin içine itiverirken hemen parmaklarınızın ucundaki vokal, şarkıyı söylerken gülümseyip duruyorsa o konser hiç bitmese de olur. Ayrılık şarkımız Bourbon and Division oluyor. Her zaman en güzel yerinde sahneden inip gidersiniz zaten... Ama evet yüzümüzde gülücüklerle ayrıldığımız bir konser daha.




2 Ekim 2012 Salı

Çok gören mi, çok gezen mi, çok kalan mı mutludur?

Şehir / Konstantin Kavafis
"Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim," dedin,
"Bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
- bir ceset gibi - gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam
Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
Boşuna bunca yılı tükettiğim bu ülkede."

Yeni bir ülke bulamazsın.
Başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede kocayacaksın;
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma -
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde.

Hayat şiirdeki gibi mi gerçekten de? Ve "çok gören mi, çok gezen mi, yoksa çok kalan mı mutludur?" sorusuna yanıtı bilen biri varsa lütfen gelsin bulsun beni bir an önce.
O zaman şimdilik kendime verebileceğim tek hediye bu.
Beirut'a dayanamam, o arka plandaki Brooklyn görüntülerine hiç.




29 Eylül 2012 Cumartesi

Sheer Simplicity

Dünyanın en yumuşak sese sahip müzisyenleri olabilir onlar. 
2 adam ve 2 gitar. 
Hiç başka şeye ihtiyaçları yok. Ve kendilerine bundan daha uygun bir isim de yok: Kings of Convenience
Hatırladığım kadarıyla bizim ilk tanıştığımız şarkı ise Norveç çayırlarında top oynarken söyledikleri Misread'di.
The loneliest people were the ones who always spoke the truth
The ones who made a difference by withstanding the indifference
I guess it's up to me now, should I take that risk or just smile??


Bazen mutluluk bazen hüzün yayan sakin müzikleri, derin şarkı sözleriyle çok sayıda İstanbullu'yla yoğun bir duygusal bağ kurmuşlardı; tıka basa doldurdukları Babylon'da çarşambadan cumaya 3 gece üst üste çalıp söylerkense bir kez daha gönülleri fethediyorlar. Turuncu abimiz Erlend'ın deyimiyle "Miüzik Akşam"ı yine kendisinin sahneye çıkıp 123'ü takdim etmesiyle başlıyor. Yarım saatlik bir dinletiden sonra ise Kings of Convenience abileri 2012'nin muhtemelen son İstanbul konseri için sahneye çıkıyor. Korkuyoruz aslında biraz da, umarız üç gün üst üste çalmaktan sıkılmamışlardır. Yok ama sıkılmamışlar, özellikle de Eirik. Mütemadiyen gülümsüyor, öndeki dinleyicilerle göz teması kurup samimiyet dolu göz kırpışlarıyla mest oluyoruz. Gerçi Erlend da dinleyenlerin gözünün içine yeşil yeşil bakan biriydi, nisanda baya net fark etmiştik bunu. Ama bu kez Erlend'ın bakışlarını yakalayamıyoruz pek. 
Olsun ama pek güzel ve mutlu çalıp söylüyorlar bizim için. Cayman Islands, Me in You, Misread, Homesick, Mrs Cold, Know How ve I Dont Know What I Can Save You From ikili olarak çaldıkları şarkılar. İki şarkıda ise 123 elemanlarını sahneye davet ediyorlar ve Babylon'da deyim yerindeyse cümbüş başlıyor. İlk şarkı Boat Behind, bu da bizden bir gece öncenin kaydı:


Diğer şarkıysa I'd Rather Dance With You. Erlend'ın hareketli şovu işte başlıyor, 123 vokali Lara ile yaptıkları sempatik dans ise görülmeye değer!! Ama atmosfer bu kadar mükemmelken sahneden inmemeliler, hiç gitmesinler. Kulise geçtiklerinde salondaki alkışlar ve ıslıklar öyle yüksek ki, salon konserlerinde bu kadar istekli bir kalabalıkla karşılaşmamıştım daha önce. Ve evet yeniden karşımızdalar, Norveç'ten kopup gelen son iki mutluluk şarkısı.

Konserin tamamı görülmeye, yaşamaya değer, gerçekten değerli anlardan oluşuyordu bence.
Kaçıranlar veya biletlerini satanlar kaçırdıklarına üzülseler olur, ne yazık ki...




22 Eylül 2012 Cumartesi

Sound is the Colour i know

Hususi olarak açıp replay'de tüm gün dinleyebildiğim az sayıda müzisyen(ler) var aslında:
The Strokes/Julian Casablancas, The Smiths/Morrisey, Pearl Jam/Eddie Vedder, Seabear/Sin Fang, Beirut, Büyük Ev Ablukada.
Ve 4. çinkoyu Kuruçeşme Arena'da BEIRUT ile yapıyoruz!!

21 Eylül'de koca bir mevsim değişikliği ve sağanak yağmurla güne uyanmak pek hoş olmuyor tabi.
Ayrıca Kuruçeşme'ye varana kadar da yolda bazı sakar hareketlerimiz var, ancak Beirut sahneye çıktığında artık bu konseri hak etmiş durumdayız. Bugünü epey zamandır bekliyoruz çünkü - tabi bu esnada La Blogothèque Take Away Show'larını başa sarıp sarıp izlemelerimiz de az değil.  
Müziğe doyduk mu dün gece? Belki, ama Beirut'a doyamadığımız kesin. Sahnede 1-2 saat daha kalıp 4 albümdeki tüm şarkıları da çalabilirlerdi, dinlerdik biz aynı mest oluş şekliyle. Gerçi şarkılarda tempo tutarken ve sahneye geri dönsünler diye çabalarken parmaklarım biraz yorulmuş, konser sonunda azıcık mordular (böylesini de ilk kez başardım). Ama yaptıkları sadece müzikti, dolu dolu müzik. Alandaki herkesi sarıp sarmalayan, Boğaz'dan taşıp giden, hüzünlü ama renkli, yoğunlaşmış bir müzik (New York'tan kopup gelen bir müzik olmasınaysa şu anda tepki vermek istemiyorum). Grup dün geceki İstanbul konserinin en iyi 5 performanstan biri olduğunu yazmış hemen konser sonrası. Gerçekten de seyirci etkileşimi doruklardaydı, öyle ki sahneden inip bizi bırakıp gitmelerine bir türlü izin veremedik.


Yetenek çok farklı şey. Ve eğer müzikal bir yetenek söz konusuysa müzisyenlere karşı barındırdığım kutsal duygular içimde büyüyor adeta, hislerime hakim olamıyorum böyle insanları gördüğümde. Zach Condon neydi dün geceki hareketlerin öyle, trompet ve ukulele ile? Ya da ellerinle ve bedeninle tempo tutmaların - arada yaptığın küçük danslar da gözümüzden kaçmış değil. Trompeti başına yaslayıp şarkı söylemen neydi peki. Ceketini başına geçirip kulise yürümeni söylemiyorum bile. Aslında biliyor musun bazen sadece gülümsesen bile yeter (şu an hiç istemeyerek 'yetenek' teriminden uzaklaşmış  olabilirim, konserin etkisi hala daha çok sıcak deyip geçiniz).


Ve akşamın en en son şarkısı The Flying Club Cup albümünden geliyor (kamera kayıttayken melodiye ayak uydurmamak için kendini tutmak lazımmış, ben yapamadım, sallantılar için şimdiden özür).




9 Eylül 2012 Pazar

Dream of Californication

Konser boyunca sahneye 110 derece açıyla durup çıkışa 10 metreden müzik dinlemeye çabalamamıştım hiç. Bir arkadaşım "oradan görmek değil duyamazsın bile" demişti konser öncesinde, yok ama ses sistemi arada bir sorun verse de allahtan duyabildik. Hatta parmak ucuna kalkarsak çubuktan Flea ve Anthony'leri bile görebiliyorduk! Tam bir eşşeklikti herhalde yaptığımız. Neden acaba "bir konserde de en önde olmayıverelim artık" dedik de paraya biraz daha kıyamadık. Kimse bilmiyor?!
Madonna vb.lerini görmedim tabi, gerçi onlarla da kıyasa gerek yok ama, İstanbul'daki en atraksiyonlu dev sahnelerden birine sahipti eminim dün geceki RHCP konseri.
Müzisyenlerin arkasına yansıtılan koca ekranlar ve ekranlarda konser boyu dönen animasyonlar...


Ve göremedik biz onları. 
Sahneyi görebilelim diye kurulan ekranlar, sadece müzisyenlere zoom yapıp koca sahneyi bütün olarak bir an olsun göstermediğinden 4 müzisyen aynı sahnede miydi gerçekten bilmiyorum ben mesela. Ya da Flea sahnenin neresinde amuda kalktı ya da Anthony nerelerde zıplayıp durdu. Herkes konser çıkışı izdihamı, yürüdükleri uzunca mesafeler, binemedikleri servisler ve Santral-Taksim trafiği hakkında yazıyor da bence konser boyunca sahneyi geniş açıyla göremeyişimiz de baya büyük, kocaman bir sorundu! Hayır sen adamları kalkıp taa California'lardan getiriyorsan ve onlar güzelim Californication'ı çalarken arkaya sempatik animasyonlar yansıtıyorsan bunu neden tüm seyirciler göremesin? Ekipten kimsenin mi aklına gelmez, anlayamadım Pozitif. Bir de Athena sahneye çıktığı anda ekranların kapatılmasını anlayamadım. Santral'in neredeyse tamamının kullanıldığı bir alanda, ekranları kaparsanız siz 35 bin biletli seyircinin önlerde olanları haricindekiler ne yapsın orada? Bir de zaten karanlık basmış, göz gözü görmüyor. O zaman neden geldi çaldı Athena. Onlara verilen paraya da yazık o zaman.

Sonuç olarak, Kimi zaman kendi başına böyle güzel Murderers diyen bir John Frusciante bulamasak da biz sahnede, Josh Klinghoffer'lı -nedense kendisi epey de güzeldi- koca bir Red Hot Chili Peppers geldi geçti İstanbul'dan... (ve kalabalık konserler konusunda herkes için koca bir deneyim oldu bu.)




7 Eylül 2012 Cuma

"Ağlamak Güzeldir"

Ağlamak şu gelip geçici dünyada
Her şeye rağmen var olmak demek
Ağlamak yaşayan binlerce duygu
İnsanca ve coşkulu güzel bir şeydir
diyor ya hani şarkıda. Var olmak neden böylesine yorucu peki? Neden bir anda dağılıveriyorsunuz hiç fark etmeden. Aynaya baktığınızda çok güçlüsünüz, kale gibisiniz, herkes güvenir size. Ama içeride bir yerlerde kırıklar vardır, çok büyük. Ve o kırıklar çok batıyordur bazen. Bir anda, durduk yere. Nereden hatırladım da geldin ki şimdi yine başıma? dersiniz önce. Yoksa hiç unutmamalı mıydım? gelir sonra da. Unuttuğunuzun farkına varmak bazen en can acıtanıdır.
Bazen kaybettiğiniz birini hatırlarsınız. Sonra neden ki "bazen" dersiniz, siz hiç farkına bile varmadan yola devam ediyorsunuzdur. Böyle de devam ediyordur hayat, ama birileri artık yoktur. Çok mu erkendi gitmesi için? diye düşünürsünüz ama elinizden gelen "hiç" de bir şey yoktur.
Akıl, zihin, bilinçaltı her neyse öyle fena ki. En umulmadık sahneleri baştan, en baştan yaşayıp durursunuz. Filmlerde bahsedilen hayatınızın kısa film şeritleri sadece vurulduğunuzda ya da ölürken gelmez gözlerinizin önüne. Eğer sevdiğiniz birini kaybettiyseniz, onunla geçtiğiniz her köşebaşında o şeritler sizin önünüzde akıyordur zaten. 
Ama yapacak bir şey yoktur. Durduramazsınız.
Mutluluktan bahsediyor ya insanlar, sonra da yalnızlıktan bahsediyorlar. Mutluluğun ön koşulu sanki yalnız olmamakmış gibi. Yalnızlık tanımı ise çok değişik, karmaşık. Çevreniz kalabalık bile olsa çok da güzel yalnız olabiliyorsunuz. Herkesin içinde ayrı bir derya var en yakınının bile bilemediği, yaklaşamadığı. Ya da sadece yaklaştırmayanlar için mi bu böyle? Bazıları yalnızlığı kendileri seçmiştir tabi belki. Yakınlarda birini bulundurmayarak, kalplerine yaklaştırmayarak kendilerini koruduklarını düşünürler belki. 
Belki de bunu hiç de bilinçli yapmıyorlardır, çünkü başka bir yolunu bilmiyorlardır.
Bu oyun gibi, deney gibi bir şey sanırım. Hangi tanım doğru, hangisi yanlış, hangisi olunmalı kimse bilmiyor. Hangi ruh en çok puanı topladı ya da doğru yolda ilerliyor bilemiyoruz. Ama hangi yolu seçerse seçsin, yol boyunca ruhuna en az zararı veren gülümseyerek gidiyor olmalı bu dünyadan. Gerçi bu konuda da doğru yanıtı bilemiyorum, çünkü bu dünyayı bırakıp gidenlerden sadece birini çok yakından gördüm ben. O da çok yorgundu giderken, onu biliyorum.

Bir şarkı dinlerdim, müziği öyle hüzünlüydü ki. Dinlerken çok ağlamasam da, çok ağlamaklı olmuşumdur. 
Ağlamaktan vazgeçip sözlerine dikkat ettiğimdeyse aslında uzun zamandır bir masalı dinleyip hüzünlendiğimi fark ettim...  Hospital Bed

Sen hiç uyumasan da, iyi geceler dünya!





3 Eylül 2012 Pazartesi

Nerede kalmıştık?

Kucaklaşmak çok duygusal gelmiştir bana her zaman için. Gerçek samimiyetin ifadesi gibi belki de...
(Ali Atay'ın şarkı söyleyişlerini de çokça seviyoruz evet)




21 Ağustos 2012 Salı

Yalnızlığın Oyuncakları

Oğuz Atay da zaten yazmış ki:
Nihayet insanlık öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre, ’Yahu insanlık öldü mü?’ diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, ’İnsanlık öldü mü?’ ya da ‘İnsanlık ölür mü?’ biçiminde büyük başlıklar yayımlamakta yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes, insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğruluğunu göstermiştir. Evet, insanlık artık aramızda yok. İnsanlıktan uzun süredir ümidini kesenler, ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. Fakat, insanlık aleminin bu büyük kaybı, birçok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir; o kadar ki, bazıları artık insanlık olmadığına göre bir alemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır. Bize göre, böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. İnsanlık artık aramızda dolaşmasa bile, hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden, bir zamanlar insanlığın olduğunu, bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir.
İnsanlığın güzel ve çekingen yüzünü ben de görür gibi oluyorum. Zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için bir şeyler yapmaya çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için insanlık ölmüşse de, onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamaya devam edecektir. İnsanlıktan paylarını alamayanlar için zaten bir ölüydü; onun bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu. Yıllarca önce küçük bir kasabada dünyaya gelen insanlık, dünya savaşlarından birinde, çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaydan sonra, hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık, önceki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar, insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır. Doğru dürüst bir tahsil göremeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük yaşta öksüz kalan insanlığa, doğru dürüst bir miras da kalmamıştı; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık, başkalarının yardımıyla geçinmeğe çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz, boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz, insanlığın yakınlarına baş sağlığı ve sonsuz sabırlar diler.
Not: Merhumun cenazesi, önce, uzun yıllar yaşamış olduğu Hürriyet caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı Ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade törenden sonra toprağa verilecektir.



8 Ağustos 2012 Çarşamba

Out of the Blue

Somewhere along the way my hopefulness turned to sadness 
Somewhere along the way my sadness turned to bitterness 
Somewhere along the way my bitterness turned to anger 
Out of the Blue

Bu halet-i ruhiye'ye bir tek Julian ve ben mi sahibiz acaba, yoksa herkes aynı sırayla hissedip dibe vuruyor mu kimi zaman? Benimki kimi zaman değil gerçi, sık sık. Ve hayat gerçekten yorucu. 

Eyes must do some raining if you're ever gonna grow, demiş başka bir şair de. 
Umarım ben de büyüyorumdur bir şekilde.





4 Ağustos 2012 Cumartesi

Music or Misery





What came first, the music or the misery?
People worry about kids playing with guns, or watching violent videos, that some sort of culture of violence will take them over. Nobody worries about kids listening to thousands, literally thousands of songs about heartbreak, rejection, pain, misery and loss.
Did I listen to pop music because I was miserable? Or was I miserable because I listened to pop music??









28 Temmuz 2012 Cumartesi

Kentte Yeni Kokular

Nasıl güzel bir hayalperest bu adam? :
Parfüm kılık değiştirmek demektir.
Ta orta çağlardan bu yana, insanlığımızın etli özünü kendimizden gizlemek için meyveli, çiçekli maskeler takıp dururuz. Gülün cinsel çekiciliğini, portakalın olgunluğunu takdir etsek de kemale ermiş tenselliğimize o kadar itibar etmiyoruz.
Bugünse kentlerimize bile parfüm sıkmak istiyoruz. Yerinden edilen fosillerin burunların direğini kıran kokusunu, bağların bahçelerin kokusuyla değiştiriyoruz.
Gelgelelim insanoğlu ne bir arı ne de bir gonca. Kent ortamımızın üzerine kokulardan bir örtü örteceksek, bari daha farklı bir şey olsun.
Mesela ben kar kristalleri gibi kokan bir trende seyahat etmek istiyorum.
Kahvemi kuyruklu yıldızlar gibi kokan bir kafede yudumlamak istiyorum.
Adımlarımın basıncıyla sokakların, elmas kolye kokusunun ta kendisini yaymasını istiyorum.
Okuduğum gazetelerin, yılbaşı günü gözü yaşlı serseriler tarafından rehinciye bırakılan kemanlar gibi kokmasını istiyorum.
Einstein'ın beynindeki nöronların kokusunu salan valizler taşımak istiyorum.
Kentlerdeki gazların Tanrıların karınlarındaki altın tüyler gibi kokmasını istiyorum.
Televizyonda ay göründüğü zaman ise 239.000 mil öteden taze mozerella aromasını hissetmek istiyorum.
                                                                                                Tom Robbins
(Geriye Uçan Yaban Ördekleri)



21 Temmuz 2012 Cumartesi

This Charming Man

Müzik ne değişik şey. Ağlatan, mutlu eden, aşık eden, kimi zaman sadece bir cümlesi için bile söyleyenine hayran olabildiğin, dinlerken bunları hissettiysen vazgeçemediğin. Her dinleyişinde heyecanlanabildiğin ve bir kez olsun canlı olarak dinleyebilmek için çırpınıp durduğun. Çok bulamıyorsanız o müziklerden, müzisyenlerden, karşılaştıklarınızı bir daha bırakamıyorsunuz. İpoddan şarkılarını silmeye bir türlü kıyamıyorsunuz, her ihtiyacınız olduğunda yanınızda olmalı çünkü onlar.

The Smiths esas kişisi Morrissey ve belki ölene kadar vazgeçemeyeceğim insanı vuran şarkıları. Caz Festivali'ndeki konserine gidemeyip de ardından yazılan bunca güzel izlenimleri okusaydım kaç gün ağlardım bilmiyorum.
Baharda konser haberini aldığımda deli gibi heyecanlanmış, bilet fiyatlarının bütçemi nasıl sarsacağını gördüğümde ise heyecanımı bilinçaltıma iteklemeye çalışmıştım ama konser haftasında şükür ki kendine geliveren bilincim sayesinde çabalarım -şimdilik- dünyanın en güzel anısına sahip olmamı sağladı.
Konserden bir gün önce, siteden önceleri alışveriş yaptığım kartımı kabul etmeyen Biletix sayesinde satıştaki son uygun-fiyatlı biletleri de kaçırıp akşamında depresyona girdikten sonra, konser günü ajansta toplantı molasında göz atıverdiğim twitler hayatımı kurtardı diyebilirim. Ek biletler satıştaydı, ben de 3 saat sonra Açıkhava'daydım!
Yukarı bloklarda otururken yanıma gelen bir İKSV kızının "Sahne önünden izlemek ister misin?" teklifine yanıtım ise baya net oldu, koştum. Morrissey'in yeşil gözlerine bakarak dinledim çoğu şarkıyı, dahası var mı?
Aslında var sanırım, O da sahnenin dibindeki biz deli hayranlarla öyle güzel ilgilendi ki samimiyetinden şüphe etmeniz imkansızdı. Bir ara mikrofonu önümdeki insanlara uzattı, insanlar o heyecanla kendilerince Morrissey'in değerini ifade etmeye çalıştılar. Anlatamam o anı, nasıl mutluydu, nasıl duygulandı canım. I know it's over girişinde göğsüne vura vura gösterdi bunu da. Şarkıları söylerkense öyle etkileyiciydi ki gözlerimin yaşardığı anlar oldu. Çünkü Morrissey iki değerli sözüyle beni etkileyen biri de değildi sadece. Bazı şarkılar zihninizde öyle insanlarla, öyle anlarla bütünleşmiştir ki pek çok anıyı hortlatıverir bazen.

Gerçekten çok uzun süre heyecanından arınamayacağımız, The Smiths veya Morrissey dinlerken yüzümüzde aptal saptal gülümsemelerin belirmesine neden olacak bir geceydi. Ne yazık ki The Smiths şarkıları çalınırken kendimden geçtiğimden hiçbir grup parçasını kaydetmediğimi fark ettim eve döndüğümde, olsun ama seni dünya gözüyle görebilmek bile neredeyse mucizeydi canım Morrissey!





17 Temmuz 2012 Salı

‪One Love

Temmuz 14. 
Aslında 14 temmuzlarda konser konusunda pek şanslı değilimdir, tarihe geçen fena günlerimiz oldu. Ama bu kez epey başarılıydı, şükür ki kara talihimin etkisi olamadı bu kez. 11. One Love. Evet bu kez sadece One Love. Festival ana sponsoruna resmi olarak reklam yapma izni verilmedi bu kez. Santral'deki içki yasağıyla aldı yürüdü festival haberleri bu sene. Belki kötüyüm ama, bu sene kalabalık kampüs kapısında yoğunlaştığından festival alanı baya rahattı. Geçen senelerde o güneşte hep üst üste oturabilmeye çabalardık, bu sene rahatça gölgede ayaklarımızı uzatıp oturmayı bile başardık. Eyüp'te bira festivali istemiyoruz! nutukları ve sonrasında bir anda geliveren içki yasağı inanılmaz saçmaydı bence. İnsanların gözlerine soka soka, olmayan şeyden olay yarattılar. Nasıl kimseyi içki içmeye zorlayamazsanız içme diye de kısıtlayamazsınız ki. Ama memleketimiz böyle ortada fol yokken yumurtayı gözünüze sokmaya çalışır, ortada hiç ayrılık yokken bir bakmışsınız ters köşelere düşüvermişsiniz yanınızdakiyle. Ama bence bir müzik festivali de sadece içkiyle eş tutulmamalı. Festivale gitme sebebimiz eğlenmek evet, ama daha çok müzik dinleyebilmek olmalı bence. İçki satışı yasak diye konserlere gelmemek, bilet iadesi falan çok ilginç geliyor gerçekten bana.

Neyse, Temmuz 14.
Hiç bilmediğim bir Yuck sahnede. Evet gerçekten de Londra'dan kaçıp gelmişler, özellikle de kot gömleğiyle o solist abi. Ve de ilginçtir, ilk kez vokal'den bu denli rol çalan bir davulcu görüyoruz... O gün yine yanımda Merve bulunması sebebiyle bir bal durumu söz konusuydu tabi. Ama ne yazık ki bu kez çabuk ayılamadık. Önümüzden geçen Damien Rice'ı farkedip oturduğumuz yerden kalkana kadar kaybedivermemiz günün en üzücü anı. Damien sahneye çıktığında ise bizim için tam bir dev artık. Sahnede gitarından başkasına ihtiyacı olmaması fazlaca etkileyici:


Ve bütün eski güzel şarkılarını çalmasına da bayıldık. Bir de giderayak Hallelujah söyleyiverdi. Evet bence de Damien Rice ve Rufus Wainwright'tan başkası Hallelujah coverı yapmasın, olmuyor çünkü. Akşam ise Kaiser Chiefs sahnede. Şans-eseri en öndeyiz ve Ricky'nin tüm yaramazlıklarını kesintisiz izleyip mutlu olabiliyoruz. Bazı insanlar mesleklerini çok iyi bulabiliyorlar gerçekten de, konserde ve sonrasında buna da ayrı hayran olduk. Ama daha ilk şarkıda sahneden atlayıp yanımıza indiğinde kendisine çoktan hayran olmuştuk zaten. Sonrasında sahne kurulumuna mı tırmanmadı dersiniz, sahneden inip Efes alanına gidip içki yasağını mı protesto etmedi. Ama Kaiser Chiefs fanı olmayan bizi bile ağzımız açık, mutlu bırakıp gittiler. Giderken de "bunu arkadaşlarınıza anlatın" dediler. Ben de sözümü tutmak için gece yarısı kalktım geldim yazmaya başladım.


Temmuz 15.
Bu kez daha bilinçliyiz. Damien'ı kaçırdık ama Jarvis'i görüp öyle bir alıklık yaparsak oturup ağlamak lazım. Tabi bu kez de şansımız yoktu. Ne yazık ki görünürde kemik gözlüklü, takım elbiseli bir Jarvis yoktu. Elif Çağlar'ı ilk defa pazar günü dinledim ben. Dinlediğim bir tarzı olmamasına rağmen pek hoştu, sempatik, mutlu. Belçika'dan Selah Sue sahneye çıktı sonra. 1989'lu olduğunu öğrenince dinlemekten vazgeçtim. Düşünsenize kız müzik yapıyor, dünya turnesi çıkmış. Bense daha yeni mezun oldum işte, staj, yüksek lisans derken hayat yürüyüp gidiyordu. Sonrasında sıra güzel kızımız Kimbra'ya geldi. Taa Yeni Zellanda'dan kalkıp gelmiş. O gün tanışabilmemiz çok da güzel oldu bence, zira kendisi güzellik açısından bende bir Sophie-Ellis Bextor izlenimi uyandırdıysa da müziği Sophie'den iyiydi.


Kimbra indikten sonra, biz bir saat kadar sahne önünde dikilirken, prodüksiyon ekibi ana sahneyi neredeyse sıfırdan kurdu. Sonra da sahnenin önüne siyah bir tül çektiler falan. Haliyle insan heyecanlanıyor. Saatlerimiz 21.30'u gösterirken siyah tülün üzerinde Pulp'tan Türkçe mesajlar okumaya başladık. Kendisini hazır olduğumuza inandırdığımızda ise "Do you remember the first time?" ile sahnedeki perdeyi indiriverdiler. Jarvis gerçekten formdaydı. Ve en formda olduğu şarkılardan biri de : 


Dersine iyi çalışmış. Bazılarımız o güzel aksanıyla ne dediğini çözemezken o "dans etmek ister misiniz?" diye soruyordu Türkçe. Sıradan İnsanlar'ı anons ettiğinde ise zaten ortalık karışmış, alan hareketlenmişti çoktan. Sonrasında tadı damağımızda kalmış bir bir buçuk saatle baş başa bırakıp gittiler. bizi Bence iki gün de unutulmaz bir müzik deneyimiydi. Gelenler mutlu dönmüştür evlerine. Gerçi gelmeyenlerin de bazı konserleri internet üzerinden izleyebilmiş olması muhtemel, Pozitif Müzik sağ olsun. Valla Pozitif gerçekten de sağ olsun. Kendisi çoğu zaman büyük mutluluk sebebi.




12 Temmuz 2012 Perşembe

JC

 

Gönül isterdi ki biz de İngiltere'deki o güzelim festivalde olalım ve dünya gözüyle görelim o sahneyi.
Geçmiş olsun.
Ama hafta sonu PULP İstanbul'da PULP!

Hatta "bugün Jarvis Cocker gelir, yarın Julian Casablancas" şeklinde umabiliriz bile belki.
Küçük Umutlar vol583.



1 Temmuz 2012 Pazar

Travelling by choo choo train

Devendra bana hep interraili hatırlatıyorsun.
Hatta koordinat da vereyim, Milano garını hatırlatıyorsun. 
Bir de garın arka tarafındaki -görece- tenha bilet satış ofisini bize gösteren çocukla kızı 
(hani önceki gece ben mutsuz sefillerken onlar konserde seni dinliyorlarmış ya!).
Ve hava sıcak, güneş, çok güneş.

Sen hırka giyinsen de şarkın uyuyor bu atmosfere bence.
Özlediğimiz Fabrizio Moretti'nin klip sonundaki saçma dansı ise korkarım en güzel şey.






23 Haziran 2012 Cumartesi

Platon bir gün kolunda bir ornitorenkle...

Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer isimli bir felsefe kitabı okuyorum şu sıra. Hatta kitabı daha çok evde okuyorum ki kısa fıkraların sonunda verdiğim hahaa! tepkilerimle toplu taşımada beni gören insanlar eğlenmesin.
Mesela 'yanlışlanabilirlik' teması ve :
İki adam kahvaltı etmektedir. Biri ekmeğine yağ sürerken, "Hiç dikkat ettin mi, kızarmış ekmek yere düştüğünde daima yağ sürülü yüzü alta geliyor." der.
İkinci adam "Hayır, bence yağlı yüz alta geldiğinde temizlik meselesi can sıkacağı için hep öyle düşüyormuş gibi geliyor... Her iki yüzün de aynı oranda altta kaldığına bahse girebilirim."
Beriki "Ya, öyle mi? İzle o zaman." der ve elindeki ekmeği yere bırakır. Ekmek yağlı yüzü üstte kalacak şekilde düşer.
İkinci adam "Ya, demedim mi?" der.
Diğeri ise "Aa, anladım. Tereyağını yanlış yüze sürmüşüm."
Bu adamın teorisi hangi kanıtla yanlışlanabilir ki gerçekten de?



12 Haziran 2012 Salı

Şiki Şiki Baba

Peki bir şarkıyı her dinleyişte mi mutlu olunur?
Yüzde her daim böyle kocaman saçma gülücükler...





6 Haziran 2012 Çarşamba

New York New York?!


Andy Warhol Felsefesi diye bir kitap okuyorum.
Aslında Andy'nin bir felsefesi olduğuna inandığım da pek yok(tu). Ama bölümler ilerledikçe adamın oldukça değişik bir kafada olduğunu görüyorsunuz. Mesela saçını griye boyatmasını "Saçımı öyle boyayınca normal miktarda enerjiyle bir şey yaparsam genç görünüyor insanlara." şeklinde  açıklıyor.
Düşününce de baya doğru bir çıkarım aslında bu. Siz hangi imajı sunuyorsanız insanlar onu görüyor, onu bekliyorlar, öyle çıkmazsa da hakkınızda ters ters düşünüyor, hatta hemen konuşmaya başlıyorlar. Ama ben genelde bu tarz şeylere kafa yormadığımdan okurken bir gülümseme oluşuveriyor yüzümde ve Andy'yi sevmeye başlıyorum.


Andy ile ilk olarak Lou Reed & Velvet Underground dinlemeye başladığımda tanışmıştık aslında. Mesela o dönemden bu resmi herkes bilir   >>>
Sonrasında New York temelli Factory Girl (2006) ve Basquiat (1996) filmlerinde yoğun doz Andy karakterine rastlamışlığımız var. Hatta 80'ler Manhattan sosyetesi yazarlarından Tama Janowitz'in New York günlüklerini kitaplaştırdığı Alan Kodu 212'de de kendisiyle karşılaşıyoruz (ve kendi ağzından kaleme aldığı felsefe kitabını okumayı düşünme sebebimiz de aslında bu kitaptaki muhabbetler).
Evet aslında meselem New York'la!
Hakkında okuduğum kitaplar nedense birbirinden güzel, otobiyografik yazılar oldukları içinse ayrıca güzeller. New York'u Yaşamak mesela. Zülal Kalkandelen'in müzik dünyasından 11 Eylül'e New York izlenimlerini paylaştığı yazıları. Kitap boyunca kulağınızda kulaklıklar şehri adımlıyormuşsunuz gibi. Bir Isırık New York ya da mesela. Okurken Işıl Cinmen'in Columbia ve NYU'daki maceralarına mı özenseniz yoksa Entourage abilerinden Adrian Grenier'le tanışmalarını mı kıskansanız bilemiyorsunuz, hem de o Ludlow Street'te.


Bir de Çoluk Çocuk var tabi. Sonu fena hüzünlü ama bütünüyle alıp içinize sokmalık hikayelerden. Yazarı Patti Smith olunca haliyle neredeyse bütün New York sanat/edebiyat camiası da orada: Robert Mapplethorpe, Andy Warhol, Janis Joplin, Jimi Hendrix, Bob Dylan, William Burroughs, Allen Ginsberg...
Benim için en etkileyici sahne ise Patti merdivenlerde mutsuz otururken durduk yere Jimi Hendrix'in (daha henüz tanışmamışlar) gelip kendisiyle muhabbet etmeye başlaması.
Nasıl bir dünya o??
(ve ben yazarken radyoda Jimi çalmaya başlıyor, psişik işler)


Bi saniye, bu büyük şehir romantikliğim Holden Caulfield'ın kırmızı şapkasını takıp Central Park'ta dolaşırken göldeki ördeklere kışın ne olduğunu düşünüp durmasıyla da tetiklenmiş olabilir (bu tarz kitapları okutarak lisede bize çok acımasız davrandılar, sonunda böyle romantik adamlar olduk çıktık). Ama büyüdükçe de anlıyorum ki bu dünyada birkaç Holden'a, dahası bir catcher in the rye mesleğine fazlasıyla ihtiyacımız var.
Hayallerinde haklıydın Salinger.

Tamam kabul ediyorum, New York tutkumu The Strokes'a da bağlayabiliyoruz (çok az!).
Interrail yaptığımız yaz adeta büyük başarısızlık örneği sergileyip Milano konserine gidemeyişimden sonra, 2011 Avrupa turnesi için davet maili alsam da, İstanbul'a yolları düşmezse ne yazık ki kavuşamayacağım insanlar.....


Durumlar böyle. 
O zaman Andy'le başladığımız yazıyı yine onunla sonlandıralım. 1975'te söylediği bu lafı nedense pek sevdim.
"Doğmak biri tarafından kaçırılmak gibi bir şey. Sonra da köle olarak satılmak. İnsanlar her dakika çalışıyor. Çark hep işliyor. Uyuduğunuz zaman bile."



24 Mayıs 2012 Perşembe

Only Eyes

Kara kedisine Emilio Estevez adını verip bir de sarılıp ona klip çeken abi.
Nasıl güzelsin bilmiyorum.
Bu şarkı ve fondaki sulu boya resimlerinle 
"someone who grew up with summer in his heart and on his mind" 
tanımını da tam olarak karşıladın sanırım artık.





20 Mayıs 2012 Pazar

Bitirme de Bitti..

İşletme Mühendisliği bitirme projemizin bitişini
şarkıyı son ses açıp Ed gibi dans ederek kutlayabiliriz bence!!

 

Bir de geçtiğimiz haftalarda çalmadık kapı bırakmazken çok darladığım, deli uzun araştırma anketimizi yanıtlayan, şirketinde dağıtan eş dost akraba herkese tekrar teşekkürler.
Lisans hayatımla birlikte Burak Büyükdemir'in e-pazarlama dersi ve seminerler de bitmiş oluyor haliyle, 
muhtemelen e-ticaret siteleri ve dijital gibi konularla gelemeyebilirim bir daha bu bloga...




13 Mayıs 2012 Pazar

Koleksiyon BEA

Haberiniz yok, ben 2 sefer daha Büyük Ev Ablukada dinlemeye gittim.
Evet adeta konser biriktirme tribine girdim. Ama artık sonlandırıyorum bu durumu, çünkü artık herkes dinliyor onları, herkes konserlerde bağıra çağıra tepiniyor, artık iş maddeye döndü her gece her gece sahnedeler, hem artık fazla geyik de yapmıyorlar ve de Canavar 'yeni bi şarkı çalıcaz şimdi size' dediğinde biliyorum ki artık o yeni değil, ya '75 lira borçlu ölen sülo' ya da 'aşıkinsanbikayanındibiymiş endibi' şarkısı. Daha önce fark etmemiştim ama ne de çok nedenim varmış, ben bile şaşırdım buna. Bu arada artık herkes de biliyor diye düşünüyorum - ekip Bartu Küçükçağlayan, Cem Yılmazer, Berkun Oya, Onur Ünsal gibi tiyatrocular ve benzerlerinden oluşuyor.
 

Büyük Ev Ablukada değişik bir psikolojiydi gerçekten. Onları ilk kez Ghetto'da dinledikten iki akşam sonra koşa koşa Krek'teki Aile Tansiyonu'na gitmemse benim psikolojimin nasıl değişik olduğunu gösteriyor sanırım. Sonra kalktım karda kışta bir kez daha gittim Krek'e. Neyse sonra biraz ara verdik ilişkimize. Ama baktım çocuklar martta kalmış Kadıköy Karga'ya geliyorlar. Burnumuzun dibi, o kadar uzaklara gidip gelip Kadıköy konserine katılmamak olmaz. Ve bu konsere de yıllardır nasılsa bir türlü görüşemediğim ortaokuldaki sıra arkadaşımla gittim, yeniden buluştuk, 4. konser en azından güzel şeylere vesile oldu diyebiliyoruz. 


Nisan ayında ise Kadıköy Halk Eğitim'de düğün konseptli konserleri olduğunu duyan arkadaşlarımdan teklif alınca gitmemek ol(a)mazdı. Kadıköy Anadolulu dostlarımın şansına akustik performans baya güzeldi bu kez ve 'süpriz sanatçı' da yetenekli abimiz Korhan Futacı çıktı bir kez daha. Son konser ise okulum festivali, 10 Mayıs - İTÜ Taşkışla. Bu kez ortabahçede ayakta akustik konser. İyiydiler güzeldiler, ama artık biraz usanmışlar ki lilililerle yeteri kadar uzayamadı, koli basililerle bitiverdi. Böyle alt alta yazınca her ay illa bir kez grubu görmeliymişim gibi hissettim ben de, ama son 3 konsere gidişimiz biraz şans eseri-oluverdi.


6 konserle baya bir yatırım yaptım bence kendilerine, benden bu kadar. Bundan sonra artık bir festivalde karşıma çıkmazlarsa falan ilişkimizi orda-burda-biyerde kulaklıklar aracılığıyla devam ettirme kararı aldım.
Ama siz gidin benim yerime de bir görün abileri.






7 Mayıs 2012 Pazartesi

Kariyer.net

Travelling Wilburys herkes burada imiş! Bob Dylan, George Harrison, Tom Petty, Jeff Lynne...

              -------------       -------------       -------------      --------------       -------------      ------------

Boğaziçi mezunu, sonrasında uzun yıllar Amerika'da okumuş/çalışmış, bugün ise CEO rolüyle kariyer.net ekibini sürükleyen Yusuf Azoz 'dijital dünya ve kariyer'i anlatıyor.
Yusuf Azoz şirket kurmak gibi bir girişimde bulunmamış, ancak çalıştığı şirketlerde kurum içi girişimciliği destekleyen pek çok projede aktif olarak yer alarak girişimciliği deneyimlemiş biri. Bu yolu benimseyen genel merkezi New Jersey'de bulunan Telcordia Technologies şirketinde 4 sene boyunca yürüttüğü projeler sayesinde neredeyse 14 yıllık deneyim kazandığını söylüyor. Türkiye'ye geri döndüğünde de Turkcell Katma Değerli Hizmetler ekibine dahil oluyor; benzer şekilde burada da kurum içi girişimcilik bir hayli desteklenen bir yöntem. 2007 yılından bu yana üstlendiği görev ise oldukça başarılı bir hikaye yazmış bir start-up şirketini, şirketin kurulduğu ilk günkü girişimci ruhun yok olmasına izin vermeden kurumsala taşımak ve sağlıklı bir şekilde büyütmek.

Kariyer.net, Türkiye'de internetin ilk alevlendiği dönemlerde ortaya çıkan bir girişimcilik örneği. Bilişim sistemleri ve İnsan kaynakları alanında donanımlı iki kurucu ortakla 1999'da yayına giren bu online insan kaynakları platformu, 2006 yılında cimri.com, sigortam.net, neredekal.com, hangikredi.com gibi girişimleri bünyesinde bulunduran iLab Ventures ailesine dahil oluyor. Kariyer.net ise ilk yatırımını %50 hisse karşılığında öğrencilere part-time iş fırsatları sunan unisbul.com'a yapıyor.
Bugün 265 kişiden oluşan Kariyer.net ekibi Türkiye'de online olarak yayınlanan ilanların %65'ini yönetmekte. Genel merkez İstanbul'da, ancak firmalarla yüz yüze görüşerek internet üzerinden işe alım süreçleri hakkında bilgi desteği sağlanması ve kurumlara erişilebilmesi amacıyla 10 farklı şehirde daha ofisler bulunuyor.
İş arayan ve iş verenler bu platform sayesinde sanal ortamda sayısız ilana ve donanımlı adaya ulaşabiliyor. İş arayanlara açık pozisyonlar içerisinden kendilerine uygun olanı arama, filtreleyebilme özellikleri sunulurken şirketler aday filtreleme, eleme, bilgileri işletmedeki yetkili kişilere yönlendirme vb. tüm işe alım süreçlerini burada rahatlıkla yürütebiliyor. Online süreçler ilanların dağıtılmasını kolaylaştırıyor, başvuru sayısını arttırıyor, en donanımlı adayı bulma şansını yaratıyor.
İş modeli daha çok şirketlerin insan kaynakları süreçleri için değer yarattığından; haliyle gelir yapısını da ağırlıklı olarak şirketlerden alınan aday veri tabanına erişim vb. üyelik ücretleri ile şirketlerin satın aldığı ilan paketleri oluşturuyor. Siteye alınan reklam yayınları ve sunulan ücretli kişilik testleri de diğer gelir kalemlerini oluşturmakta elbette, ancak bunlardan sağlanan getiri oransal olarak oldukça düşük.
İK sektörü teknoloji ve dijitaldeki değişimler sayesinde büyümeye oldukça açık ve gideceği daha çok uzun bir yol olduğu öngörülüyor. Değişim sinyallerini "professional network" olarak ortaya çıkan LinkedIn ile görmek mümkün. Her ne kadar sosyal ağ imiş gibi görünse de modelin ilk hedefinin firmalara işe alım hizmeti sunmak olduğu biliniyor. Bu anlamda internet üzerindeki sosyalleşmenin işe alım sürecini nereye götüreceği sektörün önündeki en önemli sorulardan.
Kariyer.net ise kurulduğu günden beri teknolojiyi yakalamak adına kendini yenilese de iş modelini hiç değiştirmemiş durumda. Bu haliyle Kariyer.net sitesine aldığı trafik açısından incelendiğinde değerin %80'lere ulaştığı görülüyor; en yakın rakibi ise %30 trafik alma oranına sahip.

Küreselleşen, Thomas Friedman'ın tabiriyle düzleşen (the world is flat!) ve yenilenen dünyaya ayak uydurabilmek, günün teknoloji ve dijitaldeki  değişimlerini iyi anlayabilmeyi gerektiriyor. Örneğin 2007'de cep telefonu piyasasını domine eden Nokia ve Motorola'nın bugün neden Samsung ve Apple'ın gerisinde kaldığını görebilmek, hatta sektördeki tüm üreticilerden önce piyasaya akıllı telefon sunan ve app store girişimlerinde bulunan Nokia'nın o dönem neden başarılı olamadığını da okuyabilmek gerekiyor ki dünya nerelerden nerelere doğru gidiyor anlaşılabilsin.
Bugün artık küreselleşme 1.0, küreselleşme 2.0, küreselleşme 3.0 şeklinde dönemlere ayrıldığı görülen bu hızlı yenilenme süreci önce ülkeleri etkiledi, sonra şirketleri değişime ayak uydurmaya zorladı, şimdi ise birey bazında ele alınabiliyor. Küreselleşme 3.0 iş yapış şekillerinde, hayat tarzlarında, makro dengelerde kayda değer bir değişim yaratmış durumda ve bu dönemde ortaya çıkanlar gerçekten de 'vay canına!' dedirten teknolojiler ve buluşlar.
Teknolojideki gelişmeler ürünlerin tanıtılmasını, yayılmasını, büyük kitlelere ulaştırılmasını da oldukça kolaylaştırıyor ve penetrasyonu hızlandırıyor. Öyle ki, ilk PDA modelini pazara sunan Palm o dönem dünya çapında 1 milyarıncı satışına 18. ayda ulaşmışken iPhone 4S bu satış rakamına sadece 24 saat içerisinde ulaşabiliyor.

Son olarak, peki dijitalde işleyen esas kanunlar neler?
3 başlıkla sıralayabiliyoruz.
1- Moore Kanunu. Intel'in kurucularından Gordon Moore'un savunduğu bir teori. Mikroçip teknolojisi geliştikçe çiplerin hızlarının artacağı ve boyutlarının küçüleceğine ilişkin. Bugünkü dünya için hiç de yanlış sayılmaz evet.
2- Metcalfe Kanunu. Adını internet protokollerini hizmete sunan şirketin kurucularından Bob Metcalfe'ten alıyor ve etkileşimli bir platform olan internette networke katılan kişi sayısı arttıkça o ağın yarattığı değerin artacağını savunuyor. Bugün Facebook, eBay, Kariyer.net gibi etkileşimli pek çok site bu teoriyi doğruluyor. Değer bolluktan yaratılıyor!
3- Jobs Kanunu. Adını Apple'ın dahisi Steve Jobs'tan alıyor. Bu ise aslında Yusuf Azoz'un teorisi ve Apple'ın dokunmatik teknolojisiyle başlayan dijital yenilenmenin yakın zamanda üst seviyede talimat ve etkileşime olanak verecek ürünlerle devam edeceği yönünde.