10 Kasım 2013 Pazar

iceland airwaves: slow motion fighters

Airwaves'te son gün.
Gündüz south coast iceland, Solheimajökull glacier ve telaffuz edilememesiyle meşhur Eyjafjallajökull yanardağına doğru uzanıyoruz. 

Akşam 3D şovuyla Krakfwerk var, ama Kraftwerk'i başka zaman dinleyebilme ihtimalimizin izlandaya gelip kuzey ışıklarını seyre gitmekten daha yüksek olduğunu düşünüp adımızı northern skies turuna yazdırmıştık. Gün boyu hava beklediğimizden iyi aslında ama dönüş yolunda bulutlar bıraksanız yerlere dokunacak, haliyle bu tur da iptal!
Şehirde bize göre, tanıdık pek bir etkinlik kalmamış bugün, herkes çoktan çalmış gitmiş. 20.00'da Kaffibarinn'de çalacak Hjaltalín'i dinlemeye çabalıyoruz, fakat allahım o nasıl içeri girememek. Hafta sonu diye mi herkes sokaklara vurdu (bu arada çoğu gündüz/akşamüstü konseri off-venue şekillioff-venue herkes girip dinleyebilir, bilekliğe ihtiyaç yok demek). Konser başlamadan vazgeçiyoruz. 
23.00 Gamli Gaukurinn'de Tilbury festivalin sonu. Neye dayanarak sıraya sokup içeri almak için beklettiklerini anlamadığımız barın kapısında 40 dakikadan fazla bekliyoruz. Saat 22-23 civarı demiş miydim? İnternet olmadığından ölçemedik ama öğlen biz bir Reykjavík -11°C görmüştük. Ama allahtan yetişiyoruz ve airwaves en önlere geçip yer edinmesi kolay konserlerinden biriyle daha uğurluyor bizi.

(festivali bir hafta daha uzatsanız olmaz mıydı? bu şehirden ayrılması çok hüzünlü ki) 





iceland airwaves: i am van occupanther

Gölün buzlanan yüzey alanının genişlemesinden anlamalıydık, 'hava bozdu balinalara gidemiyoruz' diyorlar, şehirdeyiz yine. Ve biz göl kenarına çocuklarıyla gelip kazlara ördeklere ekmek kırıntıları atan babalara dalıp gitmişken airwaves uygulamam uyarıyor: Conor J. O'Brien starts in 15 minutes, Volcano House'ta.
Young hearts run free sloganı ve balonlarıyla kafe pek tatlı da, yalnız keşke biri camlara bir perde falan çekseydi.
Gölgelerin gücü adına Conor!


17.00'da Kex'te Múm var. Bu iki kelime de çok riskli. Kex'e girmesi güç, Múm festivalde son kez çalacak. 16.00'dan önce oradayız, haliyle bir saat boyunca grubun tüm gossip, soundcheck anlarına tanık oluyoruz. Múm'un davulcusunu bir ayrı seviyorum ya, iyiliği tipinden akan bir adam resmen (bir de o toynak şekilli siyah ayakkabıları giymiyor mu her yere giderken!). Şarkılardan birinde Sin Fang geliyor synthesizer çalmaya. Kızıyla gelmiş, kızı aşağıda araba pizza yiyor. Çok afedersiniz ellerin memleketindeki baba kelimesinin karşılığı da bu... Haliyle 17.15 Kvosin Hotel'deki Caveman'i de uğurluyoruz, onları da bir türlü olduramadık. 19.00 Hlemmur Square'de bilin bakalım kim çalıyor, For a Minor Reflection! Airwaves'te setler genelde 40 dakika kadar ama burada bir saate yakın çalıyorlar, son konserleri diye belki de. 21.00 Gamla Bíó - Sóley. Sóley'in seti öncekiyle aynı başlıyor. Ama birkaç yeni şarkı daha bestelemiş, Halloween ve One Eyed Lady. Yine hepsini dinleyemeden çıkmak zorunda kalıyorum. 
21.40 Harpa Norðurljós salonunda MONEY çalıyor. Vokalist tam bir çılgın. Karanlık sahnede soundcheck yaparken bir anda monolog şekli konuşmaya başlıyor, a pair of brown eyes'ın peşinden koşuşunun hikayesi, etkileyici. Ardından grup geliyor ve diyorlar ki it's a shame -godisdead. Şair ruhlu aykırı adamlar olduklarını anlamıştık zaten.


23.00 Harpa Silfurberg'de Midlake var, canımlar. Young Bride'la başlayıp efsane Roscoe ile bitiriyorlar. Onlar çalarken John Grant sahnenin yanında durup desteğini esirgemiyor abilerden. Bir şarkıyı da beraber çalarlar diye ummuştuk gerçi ama olmadı (zira John Grant, Conor O'Brien'i sahnesine konuk almış diye duyduk).


23.40'ta yine Norðurljós'tayız çünkü Young Dreams çalıyor. Bu çocukları dinlemeyi seviyorum, bir mutlu müzikleri var, sanıyorum gelecekleri de... 





iceland airwaves: dear sweet Nothing

Airwaves'te 3. gün gündüzden national park, geysir gezmelerimiz olduğundan akşamüstü başlayabiliyor ancak.


17.30 Kvosin Hotel'de Girls in Hawaii (mesela şu çok ilginç: iki sokak ötede bir kvosin market, yanında da aynı isimli bir kafe var ama ikisinin çalışanları da bizim hotel'in nerede olduğunu bilmiyorlar, karıştırıp ilk kez soran ben olmamalıyım sanırım..).
Gecikmemize rağmen GiH henüz çıkmamış, Carmen Vallain adlı ablalar çalıyor daha. Neyse onlar iniyor GiH soundcheck'e geliyor da, 40 dakika geçti başlayamadılar doğru dürüst. Yerim de güzeldi önde bankta oturuyorum, ama üçüncü şarkıdan sonra çıkmak zorundayım, akşamın planları büyük. Büyük plan: 20.00 Fríkirkjan'da Múm. Fakat biri izlandalılara söylemeliydi tüm kiliseleri birbirine benzetmeyin diye. Tabi ki yanlış kiliseye gittik, en trajikomiği ise bu karışıklığı yapan 8 kişiden ikisi olmamız. Konsere yarım saat kala doğru mekanı bulmuşsak da kilisenin içi dolmuş, dışı taşmış, bir tur da kuyruk dolanıyor. Biz de kuyruğun sonunu görürüz belki diye bir tur dolanıyoruz halimize gülerek, ama akşamın planını acilen güncellememiz gerek.
20.00'deki Múm'a inanıp 19.10 Gamla Bíó'daki Tilbury'i gömmemiz üzücü oluyor.
20.50'de Iðnó'da Low Roar, Harpa Norðurljós'ta ise For a Minor Reflection çalacak. Festival planlayıcılarının bu iki grup abilerini sürekli bir kapıştırması nedir peki? Kendime engel olamayıp Low Roar'a bir kez daha el sallıyorum, yolumuz Harpa. Vokale gerek bile duymadan sahnede öyle devleşebilmelerinden sanırım fazlasıyla etkilendim.

21.40'ta John Grant var bu kez Harpa Silfurberg'de. Beş altı şarkı dinleyip çıkmak zorunda kalıyorum. 'İzlanda düşündüğünüz gibi öyle sert soğuk yapmaz, havası herkesi şaşırtır aslında' diye tanıtmaya çalışıyorlar (gulf stream, jeotermal falanlar). İnanmayın, ben hastalandım. Ve biz Harpa'dan çıkmak için hazırlanırken mekanda bir upuzun kuyruk. 23.00'da Omar Souleyman konseri varmış, canım, buradakiler için adeta kültür şok!

23.20 İðnó'da Girls in Hawaii - 23.50 Gamla Bió'da Villagers, yine zor karar. Gamla Bíó eski opera house, dolayısıyla koltuklu oturmalı, erken gidip yer bulmalı, GiH -bye bye. Conor O'Brien ne tatlı çocuk yahu, sempatik, mutlu (hiç mutlu şarkılar yazamasa da).


00.50'de ise sahneyi Sin Fang devralıyor. Başta yine tek başına çalıp söylüyor, sonra grubu alıyor ardına. Sóley gitmiş Sin Fang'den, oysa beraber güzeldi onlar, abi-kız kardeş gibi. Yalnız Sin Fang ne çok alkış alıyor öyle, alkışlandıkça bir mutlanıyor, gülücükler, kızaran yanaklar. Sevindim bu haline. Ve herkes ayaktayken sahneden gelen 'we were sin fang you were great' sesiyle sonlanıyor bugün de.





iceland airwaves: sing from a dream

Airwaves 2. gün, Jör adlı bizim oraların Beymen'i tarzı bir giyim mağazasında (mağaza yöneticisiyse adeta bir Mark Ronson), kravatlar gömlekler arasında Múm dj set ile başlıyor. Múm oğlanları geçirmişler renkli kostümlerini, birbiri ardına sempatik müzikler çalıyorlar. 


16.00'da Sin Fang çıkageliyor aynı mekana, toplamış evdeki tüm elektronik oyuncaklarını gelmiş, tek tabanca. 
Her şekilde başarılı bu çocuk tanrım.  


18.00'da Loft Hostel'de For a Minor Reflection, 18.15'te 12 Tónar'da Low Roar var. Low Roar'ı öpücüklerle uğurlayıp Loft'a gidiyoruz. Loft'un alanı geniş, giriyoruz herkes oturmuş çoktan yerlere, iki sandalye buluveriyoruz biz de, görüş açımız güzel.



19.00 Harpa Eldborg şık kırmızı etkinlik salonunda Ólafur Arnalds & Icelandic Symphony Orchestra. İki buçuk saat boyunca adeta mest olmak. Ólafur aşağıda çalıyor, o çaldıkça duvara renkler ışıklar yansıtıyorlar, onlara baktıkça siz dalıp da gidiyorsunuz kim bilir nerelere. Haliyle 21.00 Reykjavík Art Museum'daki Caveman konseri sizlere ömür, ama Caveman'in çaldığı off-venue'ler de var ya, daha durun gideriz (inandılar). 22.20 Harpa Silfurberg, Hjaltalín. Bildiğin izlandalı adamlar, vokalist upuzun sapsarı saçlı falan. Pek de popülerler kafelerde, dükkanlarda. Ya onları duyuyorsunuz ya Of Monsters and Men'i - Seabear'ı unuttunuz tabi, çalmayın (o değil de 'fırtına varmış nasıl uçucaz ki izlandaya kadar' diye tırsarak bindiğimiz uçağın bize bir anda seabear-cold summer çalması? tamam dedik, 'düşersek de kuzey buz denizi ya en azından'). 23.30'da aynı salonda Yo La Tengo parlıyor. Şahsen çok dinlemişliğim, çok tanışıklığımız yoksa da onlar 29 yıldır bir yerlerde müzik yapıyorlar ve kadın davulcu öne çıkıp solo söylediğinde benim için tamam'lar. 





iceland airwaves: dont kill the clown!

Hani Vodafone İstanbul Calling Müzik ve Şehir paneli yaptığında sormuştu ya "neden Manchester ya da Reykjavik birer müzik şehri de İstanbul değil (olamıyor)" diye, cevabı yaşayarak öğrendim. 
İstanbul'da çalacak yerler ve oralara ulaşım öyle kısıtlı ki. Ulaşım güçlüğü 'büyük'şehir olmamızdan kaynaklı evet, ama mekanları da kendi zihnimizde kendimiz kısıtlıyoruz gibi. Iceland Airwaves haftası boyunca hostelden otel lobisine, müzik dükkanından kitapçıya, giyim mağazasından mağazanın vitrinine ya da kiliseye kadar her yerde müzik icra edilebildiğini gördük biz. Babylon, Salon, Karga'yla sınırlamamalı belki de. Ama belki de çalacak o kadar çok/yetenekli çocuğumuz yoktur (zira Reykjavik'te karşılaştığınız üç gençten biri müzisyen çıkıyor), varsa onları çizelgeleyecek adamımız yoktur, o da varsa bu işlere sermaye koyacak sponsorlarımız(!) yoktur ya da kültürel sermayeye destek verecek bir devletimiz. Zor iş. 
Ama ulaşıma hiç çözüm yok evet. Kalabalığız, kalabalık kalacağız.


Iceland Airwaves 1. gün Bunk Bar'da (backpackers hostel) Vigri ile başlıyor bizim için. Daha sabahleyin oturduğumuz koltuğu taşımışlar arka tarafa, şimdi davullar gitarlarla sahne oluvermiş o köşe. Saat daha 15.40, gün uzun. Vigri yumuşak yumuşak çalıyor, bar kalabalıklaşıyor. Aslında ilk durağımız 15.00 Kex Hostel'deki Emiliana Torrini idi, ama içeri girmeyi başaramadık. Kex zaten kendi çapında bir havalı mekan, airwaves boyunca da KEXP Seattle konserleri kaydediyor üç dört kamera ile. Neyse vazgeçtik, genciz daha, hem Emiliana gece de çalacak (inandılar).

İkinci durak Kaffibarinn'de For a Minor Reflection (FaMR). Kaffibarinn nasıl bir mekan öyle, küçücük bordo-beyaz bir prefabrik, içi barı ahşap, müzisyenlere ayırdığı alansa 2 metrekare kadar. Adeta kucağınızda çalıyorlar yani (tabi içeri girebilmişseniz). FaMR benim için neredeyse airwaves'in eş anlamlısı, çünkü bu bardaki konserden sonra her gün nerede çalıyorlarsa oraya doğru bir koşuyorum. 18.00'da Eymundsson Bookstore'da Low Roar çalacak, ama o gün için sokak isimleri henüz bize hiçbir şey ifade edemediğinden (austurstræti 18) yanlış sokaktaki Eymundsson'a gidiyoruz. Elbette ki konser yok! Low Roar başka güne kalıyor (inandılar). 
19.00, yine Kaffibarinn, yine izlanda çocuklarından 1860. Konser boyu bas gitariste bakıyorum, tanıyorum ya çünkü, neredeyse tanıyordum yani. Ya da izlandalı müzisyenler yetmişsekiz ayrı grupta aynı anda çalıyorlar ya hani, oralardan bir göz aşinalığı belki. 
21.40'ta Sóley var, Harpa Silfurberg, bu kez büyük salon. Tamam Sóleycim kendi başına da sempatiksin de, icelandic mi konuşayım english konuşmayayım mı sempatikliğinden her konserde ekmek yemeye çalışmasan da olurdu bence. Bu noktada belirtmek isterim ki airwaves en öne geçip de izlemesi adeta en kolay konserler serisiymiş, tarihe böyle geçsin (çünkü sahne önü korkulukları, bir ahşap sandalye, yerde bir minder Reykjavik gibi bavuldakilerin yarısını giyinip çıktığınız bir şehirde konsere gidiyorsanız çok değerli olabiliyor -tamam en önlerden izlemesini zaten içgüdüsel olarak da seviyorduk).


Aynı salonda 00.20'de Emiliana Torrini çalıyor ama ben o ara ne yaptım şu an hiç hatırlayamıyorum. Konsere de gitmiş değilim, korkarım uyuyordum...




28 Ekim 2013 Pazartesi

first day of something

Herkes gider Mersin'e, biz gideriz tersine. Hayatımın anlamı bu söz. İstisnasız sürekli gerçekliyorum bunu. Özellikle de şehir gezmelerimde. Haritadan bakıp gezmeyi öyle severim ama şu güne kadar hiç tek seferde yolu bulabilmiş değilim. Olmuyor bir türlü, hep mi ters yöne gidilir. Hem de baya böyle inanarak, yanındakileri de inandırarak "yok oradan değil buradan kızım" - oradanmış.  Bugün de Kopenhag'da öyle bir yürüdük. Şiddetli rüzgarda böyle hoplaya hoplaya, şehir merkezinden uzaklara uzaklara... 
Evet bir de şairin dediği cold winds blowing, cold winds that came with me olayı var. Bu da gerçek, literally. Öyle ki sen Bükreş'i, Budapeşte'yi, Poznan'ı güneşli bembeyaz bulutlarla geç, Kopenhag'a inerken yağmur yağsın. Bunlar hep enerji fazlası işte, hep yüklüyüz hep.  



10 Ekim 2013 Perşembe

for a bananafish



'Deliğe dalmadan önce basbayağı balıktırlar. Ama delikten içeri girdiler mi domuza dönerler.
Neden mi? Öyle muzbalıkları bilirim ki içeri girdikten sonra yetmiş sekiz muz yediler, ondan.
Tabii bu kadar muzla öyle şişko olurlar ki, delikten çıkamazlar, bir daha kapıdan geçemezler.'

'Varoluş çorak bir toprak değil, tüm yeşilliği yer altında olan kocaman ters bir ormandır.'
'Bırakalım savaşta ölüler boşuna ölmüş olsunlar. Zaten Tanrı biliyor, hiç başka türlü olmadı ki.'
'Günah çıkartırken dinlenecek tek şey, günah çıkartanın itiraf etmedikleridir.'
'Ben bu kapıdan çıktıktan sonra beni tanıyanların sadece zihinlerinde var olabilirim. 
Ben bir portakal kabuğu olabilirim...'
'Adalet, en iyi ihtimalle bize kafamızı başka yöne döndürten veya 
ceketimizin yakalarını kaldırtan kelimelerden biridir.'
'Mutlulukla sevinç arasındaki en belirgin fark mutluluğun katı, sevincin ise sıvı olmasıdır.'
'Duygularım varsa da onları ne zaman kullandığımı hatırlamıyorum, ne işe yaradıklarını hatırlamıyorum.'
'Yaptığım hamurla kendime küçük bir kulübe inşa ederdim bir yerde. 
Ormanın hemen kenarında inşa ederdim ama tam da içinde değil, 
çünkü her daim delicesine güneşli olmasını isterdim.'
'İnsanlar bizi sevme nedenlerini neredeyse bizi sevdikleri kadar, 
hatta çoğu zaman bizden fazla seviyorlar.'
'Anne ben evden kaçıyorum, ama hoşça kal demek için seni bekledim...'





5 Ekim 2013 Cumartesi

kiss me farewell


Dünyamızın en kuzeylerinde küçük bir adada doğup büyümüş (şimdi yaklaşık 154 kişi yaşıyormuş adada), istanbul'da sahnede çıplak ayak çıkıveren, saçları karmakarışık beyaz mı sarı mı bir çocuk.
Pål Moddi Knutsen.
Çocuk samimiyetindeki sesiyle söylediği aşk şarkıları ve çikolatalı pasta karşılığında arkadaşlarına hediye ettiği daha nice parçalar... Daha 17 yaşındayken yazıp kısık sesle gerçekleri bağırdığı "dont dream when you cant make it real", kirlenen denizlerimizi sahiplendiği "take all your fluid words, kiss me farewell", mental rahatsızlığı olan bir arkadaşını sudan korkmaması için cesaretlendirdiği "fast as you can run to the water(şarkı pek işe yaramamış gerçi ama arkadaşı ilaçları bırakıp webden bir erkek arkadaş bulmuş kendine, iyiymiş şimdi)....
Biz fazla sessiz Salon dinleyicilerinin sessizliğini entellektüelliğimize bağladıktan yaklaşık iki şarkı sonra kendisinin fizik ve sosyoloji okumuş olduğunu öğrendik - nükleer silahlar konusunda da pek heyecanlı!
Haliyle okumuş adamın hali bir başka oluyor. Önce Platon'dan bahsetti - Platon dünyada yaşayabilecek maksimum kişi sayısını 540 (5400 de olabilir emin olamadım şu an ama hala pek çekici bir tahmin değil) olarak hesaplamış zamanında. Sonra da durmadan kalabalıklaşan dünyamız için poor Platon'u düşünerek yazdığı şarkıyı çaldı bize Moddi, lullabylardan bir demet.
Böyle her şarkıdan önce muhabbete girip arka planları anlatması epey güzeldi, normalden fazla etkilenebildik böylece şarkılarından, kendisini de iyice sevdik. Zaten "siz istediğiniz kadar buradayım ben konserden sonra da, bunun için geldim ki" diyen birini sevelim bence, hatta alıp bağrımıza bile basabiliriz. 
Artık Moddi'yi dinlerken hep bu muhabbetler belirecek aklımızda ve yüzümüzde bir gülümseme.






23 Eylül 2013 Pazartesi

How could you be so perfect for me?

Şükür ki halimden anlayan bir insan var yeryüzünde. 
Hatta üşenmemiş oturup beni yazmış. 

Somewhere along the way my hopefulness turned to sadness
Somewhere along the way my sadness turned to bitterness
Somewhere along the way my bitterness turned to anger

Somewhere along the way my anger turned to vengeance
And the ones that I made pay were never the ones who deserve it
And the ones who deserve it they'll never understand it
Yes, I know I am going to hell in a purple basket
At least I will be in another world, while you're pissing on my casket

How could you be so perfect for me?
Why can't you ignore the things I did before?

Somewhere along the way exacting vengeance gave excitement
Somewhere along the way that excitement turned to pleasure
Somewhere along the way that pleasure turned to madness
Sooner or later that kind of madness turns into pain
And the ones that I made pay were never ones who deserved it
Those who helped me along the way, I smacked them as I thanked them

Yes, I know I am going to hell in a leather jacket
At least I will be in another world, while you're pissing on my casket
All that I can do now is sing a song of faded glory
And all you got to do is sit there up great and make them horny
Together we will sing songs and tell exaggerated stories
About the way we feel today, and tonight and in the morning

How could you be so perfect for me?
Why can't you ignore the things I did before?

Take all your fears, pretend there all true
Take all your plans, pretend they fell through
But that's what it's like for people in this world
The rich or poor,
Muslims or Jews,
When the roles are reversed, opinions are too!
That's all I am going to say now
Before, they come knocking on my door now




10 Eylül 2013 Salı

tell me where's your hiding place

Rock'n Coke 2013 deyince:
Upuzun yol. Yolu bilmeyen servis şoförü. Kapıda upuzun kuyruk. Bu sene ne çok kalabalık. Editors çalıyor yetişemedik. Büyük Ev Ablukada zaten çoktan kaçmıştı lilililerle. Çekmeyen telefonlar, kapanıveren telefonlar, ulaşılamayan arkadaşlar. Binlerce biletli insana sadece iki şarj istasyonu mu? Neredeyse tüm tanıdıklar buradaymış. Spesifik bilgi giriyorum, Kadıköy Anadolu 2008 mezunlarından görmediğimiz kim var? Duman David Bowie coverlamaya çalışıyor, ama fazla içmiş. 'This is not America. Hmm this is not Pennsylvania' mı dedi şimdi o. Sıkıştık önlerde biraz ama Hurts ne güzel, stay'i söylerken. Bir de alan inledi: dont let go! never give up! such a wonderful world! Bilmem gerçi bazen de pes etmeli, bırak gitsin.
Arctic Monkeys sahne önünde yaş ortalaması 15, cinsiyet kız, kızlar sarışın, ciddi bir göz makyajı söz konusu. Canavar Banavar'la yan yana konser dinlemek. Saçlarını kestirmiş, yakışmış. Benimki de yakışmış öyle dedi, haydi bakalım. Alex ve saç tarağı, iki kez çıkardı düzenledi saçlarını bir de pis. İstasyonda elektrikler kesik, iyi telefonu şarj edemeyelim o zaman bu gece. Yemek kuyruğuna girmeye üşenip aç aç çadıra dönmek. Kırmızı uyku tulumu. Sabaha karşı epey soğuk yapıyormuş yalnız.


Koşa koşa gelen kara bulutlar, rüzgar da var. Konserler bir türlü başlayamadı. Party Arena güzel ama bugün, oh hem de gölgeli. 123. 123'e dair tek anım Kings of Convenience Erlend'la yaptıkları dans olarak kalabilir, fazlasına ihtiyaç yok. Rebel Moves ve tek bildiğim 'sheeeeeeep'. Çok güneş. Şarj bekleyişleri vol148. Beklerken tanıştığım kimse yüksek lisans yaptığıma inanamıyor, yapmayın 15 yaşında da göstermiyorum. Babylon Circus, nasıl bir enerji o? Üflemelileri çalan müzisyenlerin ciğerleri sönmüş olmalı. Adeta Korkoro filmindeki çingene ailenin reenkarnasyonusunuz, nasıl sevdim. The Cribs'i dinleyememek (gürültüye dayanamadı). Teoman'ı ise ancak ekrandan gördüm yürürken, siyahlar giyinmiş, hala güzel. Zaten kendisi 2007 Kalfest'indeki slim fit beyaz gömleğiyle hafifmeşrep şarkısı Zamparanın Ölümü'nü söyleyip duruyor hala içimizde.  
Klaxons pazar gününün anlam ve önemi, adamlar çıldırdı! Ortalık toz duman, salonda hep beraber eridik. Pikachu bayrağına da değinmeden geçemeyeceğim, canım Glastonbury'den mi geldin? Jamiroquia, pek tanışamadık ama sanırım tüm şarkıların çok uzun, ama en azından dinlenebiliyorlar. Zira Prodigy'de bunu başaramadım, koşarak uzaklaşmak.
Ve gecenin sonunda tüm tanıdıkların kapanan telefonları, thank you universe!
Eve dönüş 04:57. Festival pasağından kurtulup yatağı görmek 05:45 falan.
Böylece Coca Cola eşşek gibi markaladığı bir organizasyonu daha tamamlıyor. Zaten adım başı markalı etkinlik alanlarıyla dolu içerisi de: Sony, Durex, Veet, Mavi vb. Broşürde diyor ki 'Genç, dinamik ve özenli stilin temsilcisi Mudo .......... festivalcilerin keyif, eğlence, moda ve alışveriş durağı olmaya hazırlanıyor'. Baya açık. Festivalcilerin kültürünü mü yakalamaya çalışıyorlar, festivalciler için international bir tüketim kültürü yaratmaya mı? Bildiğiniz kullanılıyoruz yani, öyle fena.
Artık her konsere gidişimde mutsuzluğun zirvesini görüyorum bunlar yüzünden, ama sponsorsuz da etkinlik yapılamıyor piyasa sağolsun. Ve Arctic Monkeys'i kim getirse koşardım zaten haklısınız, o değil de asıl etraf çok bozdu.
Yaz bitti, haydi bir an önce İzlanda'ya kaçalım mı artık. Orası da böyle azdıysa ağlayabiliriz..




2 Eylül 2013 Pazartesi

the dark side of ads: spellcasters

Tüketicinin kral olduğu zamanları mı yaşıyoruz gerçekten?
Hem de biz tükettikçe bizi daha çok 'sevmeye' can atan markalarla aynı dünyada yaşamaya çalışırken: Unilever, Intel, McDonald's, P&G imparatorlukları ve MTV (o da kendi sektöründe hatrı sayılır bir çete).
Bazıları için bir mutlu vaka, Bilim ile Pazarlamanın Evliliği: Nöromarketing 
Pazarlamanın öznesi olan insanın, beyninin nasıl çalıştığını ve nasıl karar verdiğini bilimsel tekniklerle ölçen bilim-pazarlama alanı.   
Tabi bu teknik cümlede tanıtıldıkları kadar masum değillerdi.
İşte nöromarketing'i kullanan ve farkına bile varmadığımız bilinçaltı süreçlerimize göre kurgulanan reklamların yönlendirdiği satın alma ve tüketim davranışlarımız, bizimdi sandığımız tutum ve inançlara dikkat çekmek adına hazırlanmış küçük bir bilinçlendirme çabası: Spellcasters by The World Business Academy.


İnsanların düşünebiliyor olması ve bilimin gelişmesi dünyamız için o kadar da yararlı olamıyor bazen.
Bunu atom bombasının keşfinde değil de kullanımında anlamıştık hani, keşke unutmasaydık.
Şimdi benim gibi siz de üzülmeye başlayabilirsiniz, etrafınız çevrildi.





20 Ağustos 2013 Salı

SOS


Bir oluşuma isim koyma konusunda tam bir üstad, Alex Turner.
Kendisi delicesine Arctic bir Monkey şu sıralar,
adeta aç karnına rock star energy drink içirmişler çocuğa;
ya da image maker mesleği sesini dünyaya duyurabilmek için Alex'in olgunlaşmasını bekliyormuş.
O zaman eski eğlenceli günlerin şerefine dinliyoruz bir kez daha:
Last Shadow Puppets - SOS veriyor.
I'm obsessive when just one thought of you comes up!





17 Ağustos 2013 Cumartesi

Gravity, no escaping!

Yaklaşık bir ay önce, konuyla çok alakasız bir işin peşinden koşarken dalıverdiğim bir sayfada Finn Andrews adıyla beraber The Veils geliyoor haberini görüvermem çok ilginçti mesela. 
Adeta gözlerim karardı, iptal edilen Sigur Ros ve National biletlerimle Veils+Placebo biletini değiştirip elime 20 lira verdiklerinde kendime gelebildim ancak. Aslında Veils Babylon'a veya Salon'a gelse çok daha iyiydi, zira Finn Andrews'i küçük bir salonda dizlerinin dibinde dinlemek fazlasıyla etkileyici (öldürücü) olabilirdi. Şarkılarını bu denli yaşayarak söyleyen çok fazla adam bilmiyorum çünkü (Morrissey'i hiç unutmuş değilim). Ama geliyorlar ya! 
Açıkçası böyle güzel şeyler bu kadar hızlı gelmez benim başıma. Gelirse de illa bir terslik çıkar. Ya param olmaz bilet alamam (Bob Dylan), ya bilet alırım konser alanını bulamam (Julian Casablancas) ya da konsere günler kala etkinlik iptal olur (National). Dolayısıyla yeri geldiğinde, Veils de olsa, açık alan saha içi biletine tamah etmeyi bilmeli insan. 


The Veils sahneye çıktığında Finn tam bir çubuk adam, adeta bacakları yok, ben şahidim. 
Yalnız hep time stays, we go! albümünden çalıyorlar, eskilerden pek yok, belki bir sit down by the fire. 
Ama Finn bu haliyle bile ağlatıyor, bir de jugular'ı falan çalsa orada ne yapardık acaba.
Dün akşam bir kez daha sevdim kendisini, müzisyen adam dediğiniz böyle güzel bir şey gerçekten de.

Akşamın esas oğlanı Placebo'ya gelince...

Sahnede adeta parıldıyorlar (zaten nedense Placebo deyince benim gözümde canlanan hep bir mavi, beyaz, siyah parıltılar). Tabiri caizse çalarken yorulmalık türden bir müzik yapıyorlar, öyle ki Brian Molko mikrofonun başında-gözlerimizin önünde eridi! Ama dinleyiciyle etkileşimlerine diyecek sözüm yok, onlar çalarken Parkorman yerinde duramıyor. Hatta bir ara dinleyiciler tek taraflı etkileşip alanı "Her Yer Taksim, Her Yer Direniş" tezahüratına boğduklarında, Brian muhtemelen konudan bihaber, bu yoğun ilgi kendisine sanıyor ve "Thank You Very Much" diyor, biz de ancak "Peki Madem" diyebiliyoruz.


Tek sorun, benim Placebo kariyerimi lise 2'deyken falan bıraktığımı konserde fark edişim, meğer benim için bir english summer rain'de kalmışlar. Muhtemelen şurada >>>
Dolayısıyla civardaki gençler gibi tüm şarkıları kelimesi kelimesine söyleyemiyorum ama yine de orada olmak güzel. 







1 Ağustos 2013 Perşembe

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Think You’re a Contra.


Bu çocuklara karşı içimde yükselip duran sevgi şelalelerini ne yapacağız hiç fikrim yok.
Tamam müzisyenlere çok kolaylıkla sevgi besleyebiliyorum da, bir de New Yorklularsa işler iyice sarpa sarıyor. Önceleri sadece mutlu müzik yaptıklarını sanıyordum aslında, zira neredeyse tüm şarkılar vokalin sempatik çığlıklarından oluşuyor. Hatta Cape Cod Kwassa Kwassa veya White Sky’ı dinlerken sokakta seke seke yürüdüğüm zamanlar hiç de az değil. Sonraları ise mutlu zamanlar geçiveriyor, ne demişler "happy people listen to the music, sad people listen to the lyrics". 
Ve ben duymaya başlıyorum ki:
Years go by and hearts start to harden. Those palms and firs that grew in your garden are falling down and hearing the rose bed. Those lips and teeth that asked how my day went are shouting up through cracks in the pavement. Here comes a feeling you thought you'd forgotten....
Şair burada unutup unutup durduğumuz çarpıcı sonu betimliyor, çarpıyor.
Oh you had it, but oh you lost it!

O zamana kadar yüzlerini hiç görmeden, merak etmeden dinlemişim çocukları. Gün gelip dönem projem için müzik sponsorlukları araştırması yaptığımda karşıma çıkan abiler ise aynen şöyle güzeller:


Yeni albümden önceki ilk “New York” konserini ve tanıtımları American Express üstleniyor. Dahası öğreniyoruz ki muhtemelen genç hedef kitledeki bilinirliğini arttırmak, sempatiyi abartmak için Unstaged livestream projesiyle AmEx bu yöntemi hep kullanıyor. Jack White, Arcade Fire, National'la da kurmuş aynı ilişkiyi, Usher ve Alicia Keys'le de. Her tarza ayak uyduruyor marka. Hatta müzisyenlere dokunduğu yetmezmiş gibi tanınmış yönetmenleri de katmış kültürüne, David Lynch miydi o??
Sponsorluk yatırımları bu sempatiyi bir anda kara dönüştürmek anlamına gelmiyor elbette, hatta çoğu zaman satın almaya da dönüşmüyor. Ama halkla ilişki kurmuş oluyorsunuz, zihinlerdeki algılarla oynuyorsunuz, bazen imajı yumuşatıyorsunuz bazen sağlamlaştırıyorsunuz, reklamlarınızda başka kitlelere seslenirken sponsorlukla yeni kitleleri bulabiliyorsunuz.
Tabi bu arada müziği de metalaştırmış oluyorsunuz (siz hiç istemezdiniz ama onlar yaptılar bile).
Müzik sektörü büyük paralar dönen bir piyasaya dönüştüğü için artık, pek çok müzisyeni sponsorsuz etkinliklerde dinleyebilme şansınız oldukça düşük. Haliyle bu simbiyotik ilişkiyi istemeden kabul etmek durumunda kalıyorsunuz, bazı şeyleri yine bilinçaltınıza itekleyerek (çok doldu orası da, bir ara temizlenmeli!). Ama bu ticarileşmeye direnenler de var tabi. Mesela Radiohead, zira sponsorluk anlaşmalarını kabul etmedikleri için kendilerini bir türlü İstanbul’da görebilmiş değiliz.

Konu müzik olunca kafam uçuyor biraz, devreler karıştı yine, Vampire Weekend diyorduk aslında… 
Aslında söyleyecek çok sözüm de kalmamış evet, bazen sadece dinleseniz yetiyor.
What on you about??
I feel it in my bonds.



15 Temmuz 2013 Pazartesi

'fresh' impressions on brandmarks

 Amerikalı marka kimliği tasarımcısı Adam Ladd'in 5 yaşındaki kızı tanınmış logoları yorumluyor. 
Küçücük bir çocuğun bile zihnine kazınmış "özellikli" markalar
ya da 
fark yaratamayanlar - a cheetah?!





2 Temmuz 2013 Salı

Ekki Múkk!

Sigur Rós.
İptal edilmese,
şu dakikalarda içinde olacağımız büyük ayin. 
Tamam kısa filmi de izleyip hep beraber ağlayabiliriz şimdi.





30 Haziran 2013 Pazar

plastic bag

Eve dönmeye çabalarken dünyamızın karmaşıklığıyla yüzleşen duygusal, zeki, yalnız bir naylon poşet.
Vortex'teki cennet ve özgürlük bile o kadar mutlu edemezmiş bazen...
"I still have hope I will meet her again.
And if I do I will tell her just one thing.
I wish you had created me so that I could die."






23 Haziran 2013 Pazar

All our lonely kicks are getting harder to find


Çünkü hayal kırıklığı diye bir şey var.
Çünkü çok değil üç ay öncesine kadar National sadece radyoda duyarsam dinlediğim bir grupken 
şimdi High Violent albümünü dinlerken kanıma karışıp beni öldürebilen bir grup.
National'ın sizi içine ittiği ruh hali 
-ki bir bakıyorsunuz koşarak dalıvermişsiniz o ruh halinin içine-
mayıs ayında bana en lazım olmayan şeydi aslında. 
Ama hayatta kalmayı başardım. 
Artık hep beraberiz.
Sahne önünde kulaklarınıza doğru fışkıran bu hisleri deneyimlemek fazlasıyla etkileyici olabilirdi.
Olamayacak bir süre daha, bunun için üzgünüm.
Ve sorrow's a girl inside my cage, 
it's in my honey, it's in my milk gerçekten de.
(bir de Brooklynli olmaları durumu var ki işi zorlaştırıyordu iyice)





20 Haziran 2013 Perşembe

quick lunch

En sempatik yemek tarifi olabilir misin?
Yalnız avokado ıspanak muz püresinin tadını hiç hayal edemedim.........





10 Haziran 2013 Pazartesi

Politik Kills

Çünkü bu şarkıya çok inanıyorum.

politik need votes  
politik needs your mind 
politik needs human beings  
politik need lies
that's what my friend it's an evidence politik is violence 
politik kills politik kills politik kills politik kills politik kills politik kills!
politik use drugs  
politik use bombs  
politik need torpedoes  
politik needs blood 
thats' what my friend it's an evidence politik is violence
politik need force 
poltik need cries 
politik need ignorance 
politik need lies
politik kills politik kills politik kills politik kills politik kills politik kills! 

 





29 Mayıs 2013 Çarşamba

Kültür? Endüstri?!


Sanat eserlerinin metaya dönüşmesi ve bu şekilde alımlanması gibi tüketim toplumunda metanın kendisi de imgeye, temsile ve gösteriye dönüşmüştür. Kullanım değerinin yerini ambalaj ve tanıtım almıştır. Sanatın metalaştırılmasının sonu, metanın estetize edilmesidir. Metanın baştan çıkarıcı ölümcül şarkısı, vaktiyle burjuva sanatının barındırdığı mutluluk vaadini yerinden etmiştir. Tüketici Odysseus tatmine ulaşacağını umarak kendini sevinçle meta denizinin sularına bırakır, ama aradığını bir türlü bulamaz.
Theodor Adorno 1944
Öyle.




27 Mayıs 2013 Pazartesi

Düşün. Sonra bırak düşünme.

Reklam almış gibi olmak da istemem ama
bir süredir radyoda şu cümleleri duyuverdiğim an irkiliyorum,
işi gücü bırakıp her seferinde 'düşün'üyorum.

Anla bir anda.
Gün yok bugünden başka.
Her şey şimdi şu anda.
Git.
Kendini al yanına.
Bir çanta.
Yeni bir deniz keşfet.
Dünyayı gör kendi gözlerinle.
Kendini gör başkasının gözüyle.
Dön.
Ruhunu unutma.
Ayakta uyuma.
Saat kaç?
Çalış.
Tembellik yap.
Aklını özgür bırak.
Aşık ol.
Terk et.
Yeniden başla.
Koş.
Yetiş.
Bırak.
Dur.
Dinlen.
Sıkıldın mı? Yok canım.
Hep eğlen.
Her şey kendiliğinden.
Aynaya bak.
Yokla kendini.
Sor.
İyi misin?
Mutlu musun?
Neredesin?
Düşün.
Sonra bırak düşünme.
Bazen cevapları bilmeden de mutlu olunur.
Hayat dediğin budur!



26 Mayıs 2013 Pazar

'Sound'Garden


Duyuyor musunuz? Ne de güzel konuşuyor insanlar.
Ama konserdeyiz ve en öndeyiz aslında.
Hadi arkadakiler konuşsunlar, çünkü demek ki müziğe o kadar da yakın olmak istemiyorlar yani niyetleri belli. Ama önlerdeyseniz ve adamlar multi enstrümanla o popüler dünyanızda belki bir daha karşılaşamayacağınız kadar güzel bir şeyler çalıyorsa konuşmaya devam etmemelisiniz bence.
O çok ilginç bir dünya gerçekten de, Kings of Convenience abileri susmanızı istediğinde bile çenenizi kapatmak yerine "adam beğenmiyorsan git dedi abi resmen haha" şekliyle devam edebildiğiniz.
Bence yoldan çıkıyoruz hızla, olay birkaç senedir 'festivale gidelim, güzel müzik dinleriz' kafasından etkinlik ve kültür pazarlamasına çekilmiş vaziyette. Ve biz elimizden başka türlüsü gelmediği için değil, içimizden gele gele çok çabuk giriveriyoruz o yola. Neyse tamam sorun değil(!) ama bari gerçek müzikleri bu yolda harcamasaydık, daha doğru haliyle TÜKETMEYESEYDİK...

Soundgarden epey güzeldi dün.
Bir dolu İstanbullu genç güldü, eğlendi, güneşlendi, dans etti, mutlu oldu ama  pek müzik dinlemediler bence (en korktuğum şeyse müzik dinlemeyi gerçekten unutmuş olabilecekleri). Festival Molotov Jukebox için kesinlikle en doğru adresti mesela, ama Kings of Convenience bu tarz 'dağıtmalık' bir festivalde olamazdı öyle ki sahnedekiler dahil pek çoğumuz da pek mutlu olamadık. Bence Kings of Convenience şu hissiyatta kalmalıydı hepimiz için. Geçen yaz açık alanda gerçekleşen Feist konserinden sonra çoğu dinleyici ses dağıldığı için umduğunu (hayal ettiğini) bulamadığını söyleyip durmuşken ormanın göbeğinde bir adet akustik Kings of Convenience. Dahası arkadaki sahneden gelen kocaman uğultular. Dahası susamayan gençlik. Üzgünüm. Günün sonunda sahneye çıkan Devotchka ise farklı bir uçta yaptıkları müzikle dinleyebileceğimiz en değerli yabancı gruplardan biri, ama çoğu insan onları popüler-kült filmlerinden Little Miss Sunshine'dan tanıyor ve oraya "gidelim, eğleniriz abi" kafasıyla gelmiş zaten. Devotchka müzisyenleri sahnede ciddiyetle yardırmaya başlayınca ise ne yazık ki eğlenemiyorlar, önlerdeki kalabalık yavaş yavaş seyreliyor öyle ki biz bir bakıyoruz en öne gelivermişiz. Alkışlar da haliyle seyrek (kalabalığın içinde, benim duyabildiğim). Bir kez daha üzgünüm çünkü Devotchka'yla da beklenen iletişimi kuramadık.

Ve ben bunları yazarken yine dünyadaki en romantik kişi olduğumu düşünüyorum istemeden.
Çünkü hayatta müzik gibi çok değerli bir şey var, ama biz adeta onu da tüketmeye programlanmışız gibi sadece bir yerde olmak (ya da olduğumuzu göstermek) için bir şeyler yapıp duruyoruz.
Ve bu durumdan pek çabuk sıkılamayacağız gibi durduğu için ben sadece üzülebiliyorum.




11 Mayıs 2013 Cumartesi

Gözyaşı Göleti


"O gece yatakta, New York'taki her yastığın altından geçecek ve bir gölete bağlanacak boru sistemini icat ettim. İnsanlar gece yataklarında ağladıklarında gözyaşları aynı yerde toplanacak ve sabahleyin hava durumu Gözyaşı Göleti'ndeki seviyenin yükseldiğini veya alçaldığını bildirecek ve böylece New York'un ağır botlar giyip giymediğini bilecektiniz...."

"Duştan akan suya, ruh halinize göre ten renginizi değiştirebilsin diye kalp atışınız, vücut ısınız, beyin dalgalarınız gibi birtakım şeylerin birleşimine tepki veren bir kimyasal karıştırılsa nasıl olurdu? Aşırı heyecanlanırsanız cildiniz yeşile ve kızgınsanız haliyle kırmızıya ve Goethe gibiyseniz kahverengine ve hüzünlüyseniz maviye dönerdi. Böylece herkes herkesin ne hissettiğini bilirdi ve birbirimize daha özenli davranabilirdik..."

"Belki bütün gözyaşlarını tüketebileceğin doğrudur. Belki babaannem haklıdır, diye düşündüm. Hoş bir düşünceydi bu, çünkü bomboş kalmak istiyordum..."

Oskar Schell

(catcher in the rye Holden Caulfield'ı abim olarak benimsemiştim, 
Oskar ise artık küçük kardeşim)




5 Mayıs 2013 Pazar

What kind of fish you are??

Yağmurlu bir ocak günü şıpır şıpır ıslanarak iksv'ye yürüdüğümü hatırlıyorum. 
Salon son yıllarda nordikleri pek seviyor, bu kez bizim için yaptıkları "iyilik" ise EFTERKLANG!


Öncesinde evde hafif hafif dinleyerek tanımaya çalıştığınız, sonra yanınızda taşımasanız olmayacak - bazı adamları kulaklıkla dinlerseniz öldürücü oluyorlar diye bir gerçek de var - The Ghost of Piramida filmini izledikten sonra ise müziğe yaklaşımlarına hayranlığınızın katlanacağı bir süreç düşünün. Haliyle uzun zamandır bekliyoruz.
Ama onlar da bu bekleyişin hakkını fazlasıyla veriyorlar. Biz Piramida etkisini unutamamışken Hollow Mountain'la başladılar ya, o an kulaklarınıza inanamamak. Çünkü bir adım ötenizde ve o denli güzeller. İtiraf ediyorum, sürekli gülümseyen ve kalplerini gösterip duran müzisyenlere karşı zaafım var, yapamıyorum. Hayır ama nasıl olsun zaten, you're the heart beat şekilli çığlıklarının sonunda mikrofondan öpücük yollayan bir vokal duruyor orada.
Bir de Portekiz'den bize, bizden Roma'ya taşıyıp durdukları küçük eşyalar...
Efterklang'ı dinleyen insanların ortak bir paydası var sonuçta, hissiyat büyük. Ve bu eşyaları farklı farklı şehirlere götürüp oradaki insanlara dağıtmak dinleyicileri de hikayeye dahil etmek oluyor ki Efterklang abilerinin samimiyetini gördüğünüzde Portekiz'de poşete atılmış bir anahtarlığı alıp sizin eve getirmiş olmanız epey değerli. Dolayısıyla konser boyunca her şarkıdan ayrı etkilenip nasıl bu kadar güzel olabiliyorlar şekliyle şaşırarak mutluluktan ölmeniz olası.
Tek sorun nordiklerin biraz fazla uzun olması. Ama Casper'in önümüzdeki ekipmanı yan çevirip o uzun boyuyla üzerine çıkması bile dünyanın en güzel şeyi (konserden önce kafede otururken dışarıda kısacık şortlu bir Casper Clausen görüvermenin güzelliğine ise hiç girmek istemiyorum şu noktada).

Evet konserden önce sponsorlukla ilgili konuştuklarımız gerçek olmuşlar gibi. 
Efterklang gelmiş adeta bizim evin salonunda söylüyormuş gibi. 
Ama keşke tek gecelik bir konser olmasaydı ve daha uzun dinleyebilseydik tabi...
Korkarım doyumsuzluk en fena şey!