26 Ocak 2013 Cumartesi

One Way Trigger?!

İki çift söz ya da ritimle yalnızlığınızı yok edebilen insanlar ne tarz müzik yaparlarsa yapsınlar dinleyebilirsiniz bence onları. Bu durum bazen bilinçsiz davranışlara da sürükleyebilir sizi tabi, ben bu değildim ki ya neler dinliyorum böyle çok ilginç deyip çok şaşırabilirsiniz kendinize. Biraz rahatsız bir durum belki evet, açıklaması güç, fazla soyut, hatta çokça bağımlılık da içeriyor. Ama 'bağlılık' diyelim biz ona, daha insancıl olsun. Bir anlamda hipnoz altında olduğunuzu kabul etmeliyizdir belki de, bilemiyorum. Ancak çok özel ve kişisel bir bağ bence bu aradaki, çünkü siz o hiç işiniz olmayacağını düşündüğünüz işleri dinlerken müzisyenin hislerini duyabilmeyi umuyorsunuz aslında, değer verdiğiniz kişi neler yaşıyor, merakınız ondan. Bu insanların kişisel dünyalarındaki değişimler aslında müziklerinde gördüğümüz değişimler ve hiç de üreticisini suçlayabileceğimiz bir tarafı yok bence bunun. 21 yaşında dışa vurabildiğiniz agresifliği 35 yaşında evli ve çocukluyken gösteremeyebilirsiniz belki. Kaldı ki yıllar içinde tanıştığınız insanların, müziklerin, seslerin, en önemlisi yaşadıklarınızın sizi etkilememesi mümkün değil. Zaten bunun için yaşamıyor muyuz? İlişki kurmak, öğrenmek, değişmek, büyümek. Bunlardan daha iyi ne açıklayabiliyor hayatlarımızı?
Ama insanların sizden beklentileri var. Hele ilk albümde büyük başarı yakalamış, "Rock&Roll Ruhunu koruyacağına inanılmış" (wohoo!) müzisyenlerdenseniz, o dinleyiciler tek bir yolunuz olabileceğine de inanıyorlar ve o yoldan sapmadan, çizginin dışına adım bile atmadan yürümenizi bekliyorlar sizden. Onlara göre özgünlük bu demek çünkü. Özgün olabilmek için sadece hislerinizi ortaya koyabilmeniz bile yeterli aslında ama çoğu bunu önemsemiyor. Çünkü yargılamak, kıyaslamak, küçültmek en kolay yol. Çünkü insanların sizden beklentileri var! 
Peki insanlar neden bekler? İster istemez yapıyoruz bunu, elimizde değil. Ama beklentiler çoğu zaman hayal kırıklığı getiriyor. Ayrıca herkesin kişiliği kendineyse eğer ben başkasını ve işlerini nasıl yargılayabiliyorum sorusu var bir de. Olmamış bu! Hiç sevmedim! Dibe vuruyorsunuz artık! Nasıl bir yaklaşım ki bu, ya da yaklaşamama? Onlar heyecan duydukları için üzerinde onca zaman çalıştıkları bir şarkıyı heyecanla size uzatırken bu heyecanın içine etmeye kimin hakkı olabilir bilemiyorum ben. Sadece, kendisinde bu hakkı görenlerin cd parasını, konser parasını ben veriyorum, benim sayemde varsınız aslında gibi ruhsuz bir düşünceye sahip olduklarını düşünebiliyorum.
Şimdi işin özeti şöyle: Dün gece The Strokes'un beşinci albümünün ilk parçası yayınlandı. 
Ve hemen ardından sosyal medyada paylaşılan yorumlar. Siz onlinesanız onlar da öyle sevgili dünyalılar!
Sonuç: Heves vs Kursak. 
İnsanlar kötüler gerçekten de, çok kolay konuşabiliyorlar. Kafalarında kemikleşmiş bir resim varsa resmin dışına çıktığınız anda koşa koşa gelip saldırabiliyorlar. Ama yaratıcılık böyle bir şey değil, sanattan söz ediyorsanız evde oturup duvarlara bakan adamların hayalini kuramazsınız. Bilmiyorum o dinleyiciler sözünü ettiğim bağı henüz kuramadılar belki ya da belki de öyle bir bağ yok ve dünyadaki en hayalci, en romantik kişi benim. Yine de şarkı için yorum yapamıyorum ben. Çünkü The Strokes ne çalsa, Julian sadece çığlık bile atsa sonsuza dek dinleyebilecek durumdayım.







7 Ocak 2013 Pazartesi

"amour"

İki büyük hatam var.
Biri arkadaş hediyesi “Konuştuğumuz Gibi Gidelim Uzaklara” Kürşat Başar kitabı, diğeri vakıf hediyesi Michael Haneke’nin son filmi “Aşk”. Kitapları yarım bıraksam da dönüp geri gelme alışkanlığım olduğundan bir gecede bitsin bari deyip hıçkırarak okuduğum kitap ve bu işkenceyi neden kendime yapıyorum acaba diye sormama rağmen yanımdaki insanlara açıklama yapmadan salonu terk edemeyeceğim için (ki terk ettiğim zamanlar da oldu, insanların yaklaşımı garip oluyor) ikinci yarı boyunca sessiz sessiz ağladığım film.



Kitaptan pek söz etmeyeceğim, ana karakteri pek beğenmeyerek sadece ruhsal zorunluluktan okumuştum.
Haneke’nin ise bu kez böyle abartabileceğini adeta öngöremedim.  
Haneke’yle ilk tanıştığımız film 7. Kıta’da açıkçası sıkılmıştım, biraz, havai ruhum Haneke’nin derin görüşünü anlayamamıştı diyelim ya da. Funny Games’te ise Arno’nun çok ciddi oyunlarına arada bir gülümsemedim değil, sadist olabildiğim durumlar var evet. Ama benim için en vurucusu Code Unkown olmuştu, öyle gerçek sahneler vardı ki geri alıp tekrar tekrar izlediğim.
Amour’da ise bu gerçeklik adeta ‘akıyordu’ artık, benzer sahneleri yaşamış birinin hiç etkilenmeden izlemesi mümkün değildir herhalde, ki ben de bunu yapamadım zaten. Perdede kendi anne babanı görmek bazı anlarda, kocaman, şu an yazarken bile gözlerimden yaşlar sızmasına sebep olabiliyor.
Bazen hayat çok zor, ama daha da zoru bir gün unutup bir gün hatırladığın bir dünyada yaşıyor olmak sanırım.