29 Eylül 2012 Cumartesi

Sheer Simplicity

Dünyanın en yumuşak sese sahip müzisyenleri olabilir onlar. 
2 adam ve 2 gitar. 
Hiç başka şeye ihtiyaçları yok. Ve kendilerine bundan daha uygun bir isim de yok: Kings of Convenience
Hatırladığım kadarıyla bizim ilk tanıştığımız şarkı ise Norveç çayırlarında top oynarken söyledikleri Misread'di.
The loneliest people were the ones who always spoke the truth
The ones who made a difference by withstanding the indifference
I guess it's up to me now, should I take that risk or just smile??


Bazen mutluluk bazen hüzün yayan sakin müzikleri, derin şarkı sözleriyle çok sayıda İstanbullu'yla yoğun bir duygusal bağ kurmuşlardı; tıka basa doldurdukları Babylon'da çarşambadan cumaya 3 gece üst üste çalıp söylerkense bir kez daha gönülleri fethediyorlar. Turuncu abimiz Erlend'ın deyimiyle "Miüzik Akşam"ı yine kendisinin sahneye çıkıp 123'ü takdim etmesiyle başlıyor. Yarım saatlik bir dinletiden sonra ise Kings of Convenience abileri 2012'nin muhtemelen son İstanbul konseri için sahneye çıkıyor. Korkuyoruz aslında biraz da, umarız üç gün üst üste çalmaktan sıkılmamışlardır. Yok ama sıkılmamışlar, özellikle de Eirik. Mütemadiyen gülümsüyor, öndeki dinleyicilerle göz teması kurup samimiyet dolu göz kırpışlarıyla mest oluyoruz. Gerçi Erlend da dinleyenlerin gözünün içine yeşil yeşil bakan biriydi, nisanda baya net fark etmiştik bunu. Ama bu kez Erlend'ın bakışlarını yakalayamıyoruz pek. 
Olsun ama pek güzel ve mutlu çalıp söylüyorlar bizim için. Cayman Islands, Me in You, Misread, Homesick, Mrs Cold, Know How ve I Dont Know What I Can Save You From ikili olarak çaldıkları şarkılar. İki şarkıda ise 123 elemanlarını sahneye davet ediyorlar ve Babylon'da deyim yerindeyse cümbüş başlıyor. İlk şarkı Boat Behind, bu da bizden bir gece öncenin kaydı:


Diğer şarkıysa I'd Rather Dance With You. Erlend'ın hareketli şovu işte başlıyor, 123 vokali Lara ile yaptıkları sempatik dans ise görülmeye değer!! Ama atmosfer bu kadar mükemmelken sahneden inmemeliler, hiç gitmesinler. Kulise geçtiklerinde salondaki alkışlar ve ıslıklar öyle yüksek ki, salon konserlerinde bu kadar istekli bir kalabalıkla karşılaşmamıştım daha önce. Ve evet yeniden karşımızdalar, Norveç'ten kopup gelen son iki mutluluk şarkısı.

Konserin tamamı görülmeye, yaşamaya değer, gerçekten değerli anlardan oluşuyordu bence.
Kaçıranlar veya biletlerini satanlar kaçırdıklarına üzülseler olur, ne yazık ki...




22 Eylül 2012 Cumartesi

Sound is the Colour i know

Hususi olarak açıp replay'de tüm gün dinleyebildiğim az sayıda müzisyen(ler) var aslında:
The Strokes/Julian Casablancas, The Smiths/Morrisey, Pearl Jam/Eddie Vedder, Seabear/Sin Fang, Beirut, Büyük Ev Ablukada.
Ve 4. çinkoyu Kuruçeşme Arena'da BEIRUT ile yapıyoruz!!

21 Eylül'de koca bir mevsim değişikliği ve sağanak yağmurla güne uyanmak pek hoş olmuyor tabi.
Ayrıca Kuruçeşme'ye varana kadar da yolda bazı sakar hareketlerimiz var, ancak Beirut sahneye çıktığında artık bu konseri hak etmiş durumdayız. Bugünü epey zamandır bekliyoruz çünkü - tabi bu esnada La Blogothèque Take Away Show'larını başa sarıp sarıp izlemelerimiz de az değil.  
Müziğe doyduk mu dün gece? Belki, ama Beirut'a doyamadığımız kesin. Sahnede 1-2 saat daha kalıp 4 albümdeki tüm şarkıları da çalabilirlerdi, dinlerdik biz aynı mest oluş şekliyle. Gerçi şarkılarda tempo tutarken ve sahneye geri dönsünler diye çabalarken parmaklarım biraz yorulmuş, konser sonunda azıcık mordular (böylesini de ilk kez başardım). Ama yaptıkları sadece müzikti, dolu dolu müzik. Alandaki herkesi sarıp sarmalayan, Boğaz'dan taşıp giden, hüzünlü ama renkli, yoğunlaşmış bir müzik (New York'tan kopup gelen bir müzik olmasınaysa şu anda tepki vermek istemiyorum). Grup dün geceki İstanbul konserinin en iyi 5 performanstan biri olduğunu yazmış hemen konser sonrası. Gerçekten de seyirci etkileşimi doruklardaydı, öyle ki sahneden inip bizi bırakıp gitmelerine bir türlü izin veremedik.


Yetenek çok farklı şey. Ve eğer müzikal bir yetenek söz konusuysa müzisyenlere karşı barındırdığım kutsal duygular içimde büyüyor adeta, hislerime hakim olamıyorum böyle insanları gördüğümde. Zach Condon neydi dün geceki hareketlerin öyle, trompet ve ukulele ile? Ya da ellerinle ve bedeninle tempo tutmaların - arada yaptığın küçük danslar da gözümüzden kaçmış değil. Trompeti başına yaslayıp şarkı söylemen neydi peki. Ceketini başına geçirip kulise yürümeni söylemiyorum bile. Aslında biliyor musun bazen sadece gülümsesen bile yeter (şu an hiç istemeyerek 'yetenek' teriminden uzaklaşmış  olabilirim, konserin etkisi hala daha çok sıcak deyip geçiniz).


Ve akşamın en en son şarkısı The Flying Club Cup albümünden geliyor (kamera kayıttayken melodiye ayak uydurmamak için kendini tutmak lazımmış, ben yapamadım, sallantılar için şimdiden özür).




9 Eylül 2012 Pazar

Dream of Californication

Konser boyunca sahneye 110 derece açıyla durup çıkışa 10 metreden müzik dinlemeye çabalamamıştım hiç. Bir arkadaşım "oradan görmek değil duyamazsın bile" demişti konser öncesinde, yok ama ses sistemi arada bir sorun verse de allahtan duyabildik. Hatta parmak ucuna kalkarsak çubuktan Flea ve Anthony'leri bile görebiliyorduk! Tam bir eşşeklikti herhalde yaptığımız. Neden acaba "bir konserde de en önde olmayıverelim artık" dedik de paraya biraz daha kıyamadık. Kimse bilmiyor?!
Madonna vb.lerini görmedim tabi, gerçi onlarla da kıyasa gerek yok ama, İstanbul'daki en atraksiyonlu dev sahnelerden birine sahipti eminim dün geceki RHCP konseri.
Müzisyenlerin arkasına yansıtılan koca ekranlar ve ekranlarda konser boyu dönen animasyonlar...


Ve göremedik biz onları. 
Sahneyi görebilelim diye kurulan ekranlar, sadece müzisyenlere zoom yapıp koca sahneyi bütün olarak bir an olsun göstermediğinden 4 müzisyen aynı sahnede miydi gerçekten bilmiyorum ben mesela. Ya da Flea sahnenin neresinde amuda kalktı ya da Anthony nerelerde zıplayıp durdu. Herkes konser çıkışı izdihamı, yürüdükleri uzunca mesafeler, binemedikleri servisler ve Santral-Taksim trafiği hakkında yazıyor da bence konser boyunca sahneyi geniş açıyla göremeyişimiz de baya büyük, kocaman bir sorundu! Hayır sen adamları kalkıp taa California'lardan getiriyorsan ve onlar güzelim Californication'ı çalarken arkaya sempatik animasyonlar yansıtıyorsan bunu neden tüm seyirciler göremesin? Ekipten kimsenin mi aklına gelmez, anlayamadım Pozitif. Bir de Athena sahneye çıktığı anda ekranların kapatılmasını anlayamadım. Santral'in neredeyse tamamının kullanıldığı bir alanda, ekranları kaparsanız siz 35 bin biletli seyircinin önlerde olanları haricindekiler ne yapsın orada? Bir de zaten karanlık basmış, göz gözü görmüyor. O zaman neden geldi çaldı Athena. Onlara verilen paraya da yazık o zaman.

Sonuç olarak, Kimi zaman kendi başına böyle güzel Murderers diyen bir John Frusciante bulamasak da biz sahnede, Josh Klinghoffer'lı -nedense kendisi epey de güzeldi- koca bir Red Hot Chili Peppers geldi geçti İstanbul'dan... (ve kalabalık konserler konusunda herkes için koca bir deneyim oldu bu.)




7 Eylül 2012 Cuma

"Ağlamak Güzeldir"

Ağlamak şu gelip geçici dünyada
Her şeye rağmen var olmak demek
Ağlamak yaşayan binlerce duygu
İnsanca ve coşkulu güzel bir şeydir
diyor ya hani şarkıda. Var olmak neden böylesine yorucu peki? Neden bir anda dağılıveriyorsunuz hiç fark etmeden. Aynaya baktığınızda çok güçlüsünüz, kale gibisiniz, herkes güvenir size. Ama içeride bir yerlerde kırıklar vardır, çok büyük. Ve o kırıklar çok batıyordur bazen. Bir anda, durduk yere. Nereden hatırladım da geldin ki şimdi yine başıma? dersiniz önce. Yoksa hiç unutmamalı mıydım? gelir sonra da. Unuttuğunuzun farkına varmak bazen en can acıtanıdır.
Bazen kaybettiğiniz birini hatırlarsınız. Sonra neden ki "bazen" dersiniz, siz hiç farkına bile varmadan yola devam ediyorsunuzdur. Böyle de devam ediyordur hayat, ama birileri artık yoktur. Çok mu erkendi gitmesi için? diye düşünürsünüz ama elinizden gelen "hiç" de bir şey yoktur.
Akıl, zihin, bilinçaltı her neyse öyle fena ki. En umulmadık sahneleri baştan, en baştan yaşayıp durursunuz. Filmlerde bahsedilen hayatınızın kısa film şeritleri sadece vurulduğunuzda ya da ölürken gelmez gözlerinizin önüne. Eğer sevdiğiniz birini kaybettiyseniz, onunla geçtiğiniz her köşebaşında o şeritler sizin önünüzde akıyordur zaten. 
Ama yapacak bir şey yoktur. Durduramazsınız.
Mutluluktan bahsediyor ya insanlar, sonra da yalnızlıktan bahsediyorlar. Mutluluğun ön koşulu sanki yalnız olmamakmış gibi. Yalnızlık tanımı ise çok değişik, karmaşık. Çevreniz kalabalık bile olsa çok da güzel yalnız olabiliyorsunuz. Herkesin içinde ayrı bir derya var en yakınının bile bilemediği, yaklaşamadığı. Ya da sadece yaklaştırmayanlar için mi bu böyle? Bazıları yalnızlığı kendileri seçmiştir tabi belki. Yakınlarda birini bulundurmayarak, kalplerine yaklaştırmayarak kendilerini koruduklarını düşünürler belki. 
Belki de bunu hiç de bilinçli yapmıyorlardır, çünkü başka bir yolunu bilmiyorlardır.
Bu oyun gibi, deney gibi bir şey sanırım. Hangi tanım doğru, hangisi yanlış, hangisi olunmalı kimse bilmiyor. Hangi ruh en çok puanı topladı ya da doğru yolda ilerliyor bilemiyoruz. Ama hangi yolu seçerse seçsin, yol boyunca ruhuna en az zararı veren gülümseyerek gidiyor olmalı bu dünyadan. Gerçi bu konuda da doğru yanıtı bilemiyorum, çünkü bu dünyayı bırakıp gidenlerden sadece birini çok yakından gördüm ben. O da çok yorgundu giderken, onu biliyorum.

Bir şarkı dinlerdim, müziği öyle hüzünlüydü ki. Dinlerken çok ağlamasam da, çok ağlamaklı olmuşumdur. 
Ağlamaktan vazgeçip sözlerine dikkat ettiğimdeyse aslında uzun zamandır bir masalı dinleyip hüzünlendiğimi fark ettim...  Hospital Bed

Sen hiç uyumasan da, iyi geceler dünya!





3 Eylül 2012 Pazartesi

Nerede kalmıştık?

Kucaklaşmak çok duygusal gelmiştir bana her zaman için. Gerçek samimiyetin ifadesi gibi belki de...
(Ali Atay'ın şarkı söyleyişlerini de çokça seviyoruz evet)