6 Haziran 2012 Çarşamba

New York New York?!


Andy Warhol Felsefesi diye bir kitap okuyorum.
Aslında Andy'nin bir felsefesi olduğuna inandığım da pek yok(tu). Ama bölümler ilerledikçe adamın oldukça değişik bir kafada olduğunu görüyorsunuz. Mesela saçını griye boyatmasını "Saçımı öyle boyayınca normal miktarda enerjiyle bir şey yaparsam genç görünüyor insanlara." şeklinde  açıklıyor.
Düşününce de baya doğru bir çıkarım aslında bu. Siz hangi imajı sunuyorsanız insanlar onu görüyor, onu bekliyorlar, öyle çıkmazsa da hakkınızda ters ters düşünüyor, hatta hemen konuşmaya başlıyorlar. Ama ben genelde bu tarz şeylere kafa yormadığımdan okurken bir gülümseme oluşuveriyor yüzümde ve Andy'yi sevmeye başlıyorum.


Andy ile ilk olarak Lou Reed & Velvet Underground dinlemeye başladığımda tanışmıştık aslında. Mesela o dönemden bu resmi herkes bilir   >>>
Sonrasında New York temelli Factory Girl (2006) ve Basquiat (1996) filmlerinde yoğun doz Andy karakterine rastlamışlığımız var. Hatta 80'ler Manhattan sosyetesi yazarlarından Tama Janowitz'in New York günlüklerini kitaplaştırdığı Alan Kodu 212'de de kendisiyle karşılaşıyoruz (ve kendi ağzından kaleme aldığı felsefe kitabını okumayı düşünme sebebimiz de aslında bu kitaptaki muhabbetler).
Evet aslında meselem New York'la!
Hakkında okuduğum kitaplar nedense birbirinden güzel, otobiyografik yazılar oldukları içinse ayrıca güzeller. New York'u Yaşamak mesela. Zülal Kalkandelen'in müzik dünyasından 11 Eylül'e New York izlenimlerini paylaştığı yazıları. Kitap boyunca kulağınızda kulaklıklar şehri adımlıyormuşsunuz gibi. Bir Isırık New York ya da mesela. Okurken Işıl Cinmen'in Columbia ve NYU'daki maceralarına mı özenseniz yoksa Entourage abilerinden Adrian Grenier'le tanışmalarını mı kıskansanız bilemiyorsunuz, hem de o Ludlow Street'te.


Bir de Çoluk Çocuk var tabi. Sonu fena hüzünlü ama bütünüyle alıp içinize sokmalık hikayelerden. Yazarı Patti Smith olunca haliyle neredeyse bütün New York sanat/edebiyat camiası da orada: Robert Mapplethorpe, Andy Warhol, Janis Joplin, Jimi Hendrix, Bob Dylan, William Burroughs, Allen Ginsberg...
Benim için en etkileyici sahne ise Patti merdivenlerde mutsuz otururken durduk yere Jimi Hendrix'in (daha henüz tanışmamışlar) gelip kendisiyle muhabbet etmeye başlaması.
Nasıl bir dünya o??
(ve ben yazarken radyoda Jimi çalmaya başlıyor, psişik işler)


Bi saniye, bu büyük şehir romantikliğim Holden Caulfield'ın kırmızı şapkasını takıp Central Park'ta dolaşırken göldeki ördeklere kışın ne olduğunu düşünüp durmasıyla da tetiklenmiş olabilir (bu tarz kitapları okutarak lisede bize çok acımasız davrandılar, sonunda böyle romantik adamlar olduk çıktık). Ama büyüdükçe de anlıyorum ki bu dünyada birkaç Holden'a, dahası bir catcher in the rye mesleğine fazlasıyla ihtiyacımız var.
Hayallerinde haklıydın Salinger.

Tamam kabul ediyorum, New York tutkumu The Strokes'a da bağlayabiliyoruz (çok az!).
Interrail yaptığımız yaz adeta büyük başarısızlık örneği sergileyip Milano konserine gidemeyişimden sonra, 2011 Avrupa turnesi için davet maili alsam da, İstanbul'a yolları düşmezse ne yazık ki kavuşamayacağım insanlar.....


Durumlar böyle. 
O zaman Andy'le başladığımız yazıyı yine onunla sonlandıralım. 1975'te söylediği bu lafı nedense pek sevdim.
"Doğmak biri tarafından kaçırılmak gibi bir şey. Sonra da köle olarak satılmak. İnsanlar her dakika çalışıyor. Çark hep işliyor. Uyuduğunuz zaman bile."



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder